Her lafı alıp koşturmak nasıl bir maskaralıktır. Paşam şöyle demiştir, paşam böyle demiştir... İyi de, hele bir sorun bakalım: Paşa keyfinden mi öyle demiştir?
Paşa ısrarla, "Kıbrıs'ın dışında benim ağzımdan hiçbir laf çıkmaz bu akşam" diyor, gazeteci arkadaşlar pes etmiyor.
Belki ekmek yeriz düşüncesiyle dümeni, Yüksek Askeri Şura (YAŞ) toplantısına kırıyorlar.
Büyükanıt paşa: "O tür toplantılar şimdiye kadar nasıl olduysa, bundan sonra da öyle olur" diyerek kestirip atıyor; tatmin olmuyorlar.
Bu sefer, Prof. Zafer Üskül'ün anayasada, kemalizmin yerini sorgulayan yaklaşımı soruluyor, "Burada KKTC için varım…" cevabı geliyor; muhteremleri bu da kesmiyor!
"Bugün KKTC Silahlı Kuvvetler Günü'nü kutlamaya geldik" şeklindeki uyarı da sonuç vermiyor. Tınmıyorlar bile.
Türk matbuatı bu acar gazetecilerle ne kadar övünse azdır.
Bir yolunu bulup mevzuyu 27 Nisan bildirisinin seçim sonuçlarındaki etkisine getiriyorlar.
Paşa: "Bizim araştırma şirketlerimiz yok" der demez, arkadaşlar gözlerini dikmiş, "daha, daha" dercesine bakıyor. "Elimizde somut veriler olmadan da bir şey söyleyemeyiz. Bu soruya da cevap veremem" karşılığını verince de, somurtuyorlar.
Bilmem ki, ne cevap bekliyorlardı!..
Sosyal bilimcilerin, aydınların, anketörlerin hatta muhalefet partilerinin ittifakla belirttiği gibi, söz konusu bildiri AK Parti'nin oylarını arttırmıştır, diyecek hali yoktu ya!..
Büyükanıt, "Küresel ısınmadan, Ankara'nın su sorunundan bahsedelim" diyerek konuyu kapatmak istese de, darbeye, muhtıraya aşeren basınımızın güzide elemanlarının elinden kurtulmayı başaramıyor bir türlü.
Dert anlamaz, haldan bilmez şu soruya bakın: "Daha önce yaptığınız açıklamaların arkasında mısınız?"
Soru, soru olmaktan çıkmış, "tahrik" makamında bağdaş kurmuş.
Halk söyleyeceğini söylemiş; seçmenin parmağındaki boya daha silinmemiş, Paşa ne desin?
Açıklamamızın arkasında değiliz; biz yanar döneriz, bir dediğimiz, bir dediğimizi tutmaz, mı desin yani?
Bre vicdansızlar, ne istiyorsunuz?!
"Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görüşleri günlük olarak değişmez, 12 Nisan'da söylediklerimizin arkasındayız" diyecek tabii.
12 Nisan'da, Anayasa'nın çizdiği çerçevenin dışında bir şey söylememişti ki zaten. Sözde değil, özde demiş, hepsi bu!
Tamam, arkadaşların ekmek parası; haberin peşinde koşacaklar elbette. Ben işin orasında değilim. Benim meselem, bunları manşetlere taşıyan zihniyetle.
Sadık Yalsızuçanlar kardeşimin, "Kürt sorunu" vesilesiyle aktardığı Derrida'nın yaklaşımını, "Militarizm sorunu" için de yardıma çağırmanın tam sırasıdır şimdi.
Derrida, "11 Eylül... (Konumuz gereği, buradaki "11 Eylül" ifadesini, "Asker" veya "Ordu" şeklinde okuyunuz) diyerek söze başlamak, bir yerden alıntı yapmaktır” diyor. "Alıntı yapmak veya göndermede bulunmak, belirlenmiş bir zemin üzerinden, bir mantık ve paradigma içinden konuşmaktır..."
Demem o ki: askerin kendi sahasının dışında konuşması için bin bir türlü takla attıktan sonra, ordunun siyasete müdahale etmesine karşı çıkılsa ne yazar, çıkılmasa ne yazar? –Militarizm ekmeğine yağ sürmenin dışında…
Ertuğrul Özkök, geçenlerde, "Darbe olursa, merak etmeyin ben bunu yapanlar değil, ona direnenler arasında olacağım" demiş; teminat olarak da: "Bir gün suratıma çarparsınız…" ifadesiyle (aynı) yazısını göstermişti.
Bugün o "bir gün" değil, biliyorum. O gün hiç olmasın zaten.
Lakin, 12 Eylül'e her fırsatta mersiyeler düzen, "28 Şubat'ı destekleyen bir tek ben kaldım" diyerek övünen Özkök'e inanmamız için, hiç değilse, konuşmak istemeyen paşanın ağzından girip burnundan çıkarak laf alan gazetecilerin haberlerini manşetlere taşımaması gerekirdi, değil mi?
Nedir yani?
Askerin siyasi konulardaki görüşlerine, büyük bir iştiyakla mikrofon olmanın, demokratik normali yaralamanın dışında neye faydası var?
Üstelik bu kadar hassas dış sorunlarla kuşatıldığımız bir dönemde, asker/millet karşıtlığı fitnesine odun taşımanın ne alemi var?
Sivil-asker dalaşından kim karlı çıktı şimdiye kadar?
Kaynak: Yeni Şafak