Kulaklarımdan hiç silinmeyen bir çığlık var, o zamanlar 6 yaşında bile olmayan kızımın çığlığı. Ayrımcılıkla, savaşla, haksızlıkla, darbe planlarıyla karşılaştığımda tekrar kulaklarımda çınlayan bir çığlık...
Müzeye dönüştürülmüş Sachsenhausen ölüm kampını ziyaret ediyorduk birlikte. Kampın içinde dikenli tellerle 3 metre kala kalın beyaz çizgiler çekilmişti. Her tarafta da o beyaz çizgileri geçenlerin öldürüleceği yazıyordu. Rehberimiz öyle anlatmıştı bize. Kızım ben o beyaz çizgiye yaklaşınca arttı kulaklarımdan silinmeyen o çığlığı.. ”Annecim, gitme annecim ne olur yaklaşma oraya annecim.” Onun çığlığı, ölüm kampına sürülmüş yüz binlerce insanın havada asılı kalmış çığlıklarına karıştı.
Sachsenhausen ilk kurulan kamplardan biri.
Yalnızca Yahudiler değil, solcular, muhalifler, liberaller, direnişçiler, sendika üyeleri, eşcinseller ve Katolikler de geçmiş oradan. Kampın başka bir özelliği de, tıbbi deneyler için kullanılmış olması. O ameliyathanelerin, oralarda kullanılan aletlerin korkunçluğunu tarif edemem bile...
27 Ocak Yahudi Soykırımı’nın kurbanlarını anma günü. Başka bir ölüm kampının Auschwitz’in kurtarıldığı günün yıldönümü. Türkiye Dışişleri Bakanlığı da, yazılı bir açıklama yaptı ve ‘ Holokost’un tel’in edilmesi, gelecekte soykırımların önlenmesi amacıyla gerekli tedbirlerin alınması ve yeni kuşakların eğitilmesine yönelik gayretlerin teşvik edilmesi her BM üyesi ülkenin görevi olduğu kadar, bir insanlık borcudur’ dedi .
Gelecek ku∫akların bu konuda eğitilmesi bir insanlık borcu olarak tanımlansa da, doğrusu ben bu konuda ne kadar çaba harcadığımızdan emin değilim. Öğrettiklerimiz, “Hitler diye kötü bir adam vardı, iktidara geldi, Yahudileri öldürdü, Naziler de ruh hastası insanlardı zaten”in ötesine geçmiyor maalesef. Üstelik, kendi oylarının başkalarının oyundan daha nitelikli olması gerektiğini iddia edenler, Hitler ’in seçimle i∫ba∫ına geldiği yanlış bilgisinden hareket ederek, neredeyse demokrasi düşmanlığına kılıf uyduruyor.
Oysa Hitler yalnızca bir sonuç, hem de uzun bir sürecin sonucu. Hitler iktidara gelmeden çok önce, hatta adı bile ortada yokken, Almanya, dış güçler tarafından perişan edildiğini duyuyordu ha bire. Doğru, 1. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmıştı ve ekonomisi de berbat durumdaydı ama her yerin vatan hainleriyle dolduğu, diğer güçlerin Almanya ’yı bölmek, iyici perişan etmek arzusunda olduğu propagandası da hiç zayıf sayılmazdı. Üstelik iç tehditler de vardı bu kara propagandaya göre.
Hitler iktidar koltuğuna oturmadan 10 yıl önce, kendilerini devlet sanan yüksek bürokratlar, ordu, koca koca hakimler iki darbe yapmaya kalkmıştı, polis gücü engel olmuştu ama yargı, ‘ vatansever çocuklar bunlar’ de yip serbest bıraktı 1933 ’de iktidara gelecek olanları.
Kendinden menkul vatanseverlerle, demokratların her geçen gün keskinleşen çatışmaları ülkedeki gelecek kaygılarını arttırdı, Rosa Lüksemburg gibi harika insanların, daha 1918 ’de “Yargıçlar demokrasiye sadakat göstermedikleri için değiştirilmeli, yoksa kötü şeyler olacak” demesi duyulmadı.
Bu kavgaya rağmen o zamanki parlamento, üstüne düşeni yapmadı, dengelemeye çalıştı her şeyi, önce yargı sonra kısmen ordu Nazilerle işbirliği yaptıkça, ‘Yok canım, dengeleri gözetmek de önemli, hem zaten uzlaşamıyoruz da, durun hele, gücümüz de yok’ dedi ve en sonunda kaybetti.
Sonrası malum, bir yerlerde balyoz gibi toplumun tepesine binme, Alman kültürünü yabancı etkilerden temizleme, iç tehditleri bertaraf etme, demokrat kalemleri kamplara gönderme, Yahudilerin mallarına el koyup yok etme planları zaten hazırdı ve uygulamaya konuldu.
‘Bir daha asla’ dedi dünya ama Raunda’da, Bosna ’da ve dünyanın başka yerlerinde tekrarlandı soykırımlar. Çünkü soykırıma giden yolun başında değil, olup bittikten sonra ahlanıp vahlanılıyor.
İnançları, etnik kimliği, siyasal duruşu nedeniyle birileri ‘iç tehdit’ ilan ediliyorsa, insan vasıflarından soyutlanıp düşmanlaştırılıyorsa, üstelik bu da normalleştiriliyorsa, sorunu çözmek demokrasiye değil de ‘vatanseverlere’ havale ediliyorsa, yargıçlar kendilerini her şeyin üstünde görüyorsa, yetkililer de işlerine gelince susup, “Dur bakalım ne olacak” tavrı takınıyorsa felaket de geliyor.
Tek bir çığlık bile yeterli olmalı felaketleri önlemek için, çünkü ‘Bir daha asla’ demeye giden yol ta en başından demokrasiye güvenmekten geçiyor.
Kaynak: Radikal