Seçim sonuçlarının belli olmaya başladığı 22 Temmuz gece yarısından itibaren bir kısım CHP’liler bilindiği gibi Baykal’ı başarısız ilan ettiler. Bize göre Baykal oldukça başarılıydı, çünkü CHP ve seçim ortağı DSP alabilecekleri en fazla oyu almışlardır. Yani başka bir ifadeyle Baykal yüzünden hesaba katılabilecek nispette CHP’liler CHP’ye oy vermemezlik etmemişlerdir. Bir zamanlar “Ortanın Solu” olarak nitelenen ve bugün CHP ve DSP olarak seçime girmiş bu iki partinin taraftarı ve seçmen sayısı toplumda ancak yüzde yirmilerdedir. Dolayısıyla CHP ve DSP bu son seçimde, yukarıda da belirttiğimiz gibi, alabilecekleri en yüksek oranda oy almışlardır.

 

CHP’lilerin bir kısmı buna başarısızlık diyorsa, başarısız olan Baykal değil büsbütün CHP zihniyetidir. Seçi öncesi CHP’lilerin yüksek oranda oy alacakları, tek başına olmasa bile örneğin MHP ile koalisyon kurarak iktidar olacakları beklentisi vardı. Ne ektiklerine değil ne biçeceklerine bakıyorlardı. Oysa atasözü; “Ne ekersen onu biçersin” der. 

 

CHP açısından işin en garip ve tuhaf yanı, eleştirilere sanki bir yanıt olarak CHP yönetiminin seçim sonrası 3 Ağustos günü yayınladığı rapordur. Raporda CHP başarılıysa niçin başarılı olduğunun, yok başarısız idiyse niçin başarısız olduğunun tahlili olması gerekirken, bilindiği gibi AKP’nin niçin başarılı olduğunun tahlili yapılmıştır. Raporda AKP’yi başarılı kıldığı tespit edilen nedenler ve etkenlere katılıyorum. Hatta tespit edilen nedenler bize göre eksiktir.  Raporda olması gereken nedenlerin başında, bizzat CHP olması gerekirdi; çünkü benzeri söylemler yapan diğerlerini bırakalım bir kenara, CHP, Cumhurbaşkanlığı seçimine girildiği süreçten seçim gününe kadar yaptığı söylemleri ve gösterdiği tavırlarıyla sadece AKP’nin oylarını yükseltmekten başka bir iş yapamamıştır. CHP, halka AKP’yi toplamda sadece laikliği ortadan kaldıracak bir rejim düşmanı olarak şikâyet edebilmiştir. Oysa bugün seçmenin bu tür şikâyetlere ve suçlamalara karnı tok. AKP’nin halka anlatılması gereken o kadar çok kusuru ve yanlışları vardı ki, bunlar ne seçim öncesi ne de seçim ayı sürecinde ne CHP tarafından,  ne de diğer partiler tarafından dile getirildi. Getiremezler, çünkü onlar iktidar olsalar, onlar da aynı siyaseti güdeceklerdir. Bu siyaset,1946 yılından beri değişmeyen bir siyasettir. Sadece CHP değil bundan sonra tek başına iktidar olmak isteyen her parti bu siyaseti değiştirmek zorundadır; çünkü yavaşta olsa her geçen gün toplumumuz bu siyasetin yanlışlığını fark eder olmaktadır. Bu yanlışlığa ilk defa o yıllardaki iktidar partisi CHP neden olduğundan, eğer bundan sonra tek başına iktidar olmak istiyorsa her partiden önce bu düzeltmeyi onun yapması beklenir. Fakat önce söz konusu partinin bunun bilincine varabilmesi lazımdır. Seçim başarısızlıklarını, başka partilerin ve ideolojilerin başarılarını haklı veya haksız suçlamalarla gideremeyeceklerini CHP’nin bugün artık anlaması gerekir ve bugün geldikleri noktayı beğenmiyorlarsa, bu değerlendirilmesi gereken önemli tarihi bir fırsattır.

 

Tarihi bir fırsattır dedik, çünkü çok partili seçimin yapıldığı 1950 yılından bugüne CHP tarihinde hep oy kaybederek bugünlere gelmiştir. İşte bu yüzden CHP için esas sorun “Bize rağmen başkası nasıl oy artırır?” sorusu değil, “ Biz niçin sürekli kaybeden oluyoruz? “sorusu olmalıdır. Dünden bugüne söylemlerini, siyaset anlayışlarını, zihniyetlerini çok ciddi bir şekilde sorgulamaları gerekir. Bunları yapmazlarsa, başkanları Baykal değil kim olursa olsun yarın da benzer hatta daha da kötü sonuç alacaklardır. Biz burada dışarıdan birisi olarak CHP için reçete yazacak değiliz; sadece CHP’nin adına layık biçimde halkçı olamayışı kendisi için en büyük başarısızlık gerekçesidir.

 

CHP Türk halkının partisiyse, Türk halkı çoğunluğu itibariyle hiçbir zaman solcu olmadı ve olmaz da, buna rağmen Atatürk’ten sonra parti solculuğun siyasi temsilcisi ve sözcüsü oldu; partinin okla temsil edilen ilkelerini hiç şekilde doğru anlayıp çağdaş yorumlarla güncelleştiremedi. Örneğin devletçilik ilkesi, Atatürk bu ilkeyi partinin bir ilkesi olarak benimserken esasta Türk halkının tarihten gelen tarih bilincini anlıyordu, sadece o günlerde Batı’da olan ekonomik devletçiliği anlamıyordu. Bugün CHP devletçilikten tamamen vaz geçmiş durumdadır. Oysa Batı’nın en liberal ve serbest pazar ekonomisini uygulayan ülkelerinde ekonomik hayatın denetimi anlamında hala aşırı bir devletçilik vardır. Zaten serbest pazar ekonomisin iki temel direğinden birisi, belirttiğimiz anlamıyla devletçiliktir.

Serbest pazar ekonomisi adıyla Özal’lı yıllarda uygulanan ekonomi, devletçilik ayağı kırılarak uygulanan bir kaptı kaçtı ekonomisiydi. Usulüne uydurulan ve usulsüz devlet kasası soygunlarını, hayali ihracatları herkes hatırlar. Devlet iktisadi anlamda müteşebbis olmasın, tamam; ama devlet serbest pazar ekonomisinin ikinci ilkesi olarak denetim ve kontrol ilkesini sürdürmeliydi. Bu aksak ekonomiyi tenkit ettiğimizden dolayı ateşli Özalcılar bize düşman kesildiler ve hala düşmandırlar. Bizim burada söz konusu ettiğimiz şey, Özalcıların bize olan düşmanlığı değil, CHP’nin çağdaş anlamıyla devletçiliğe sahip çıkmamasıdır. Özal anlayışını devam ettiren AKP’nin halka şikayet edilebilecek o kadar çok kusuru vardı ki, CHP bunların hiç birisini seçim meydanlarında kullanmadı. 

 

Başka bir örnek laiklik ilkesidir. CHP’nin her iktidara karşı vara yoğa dilinden düşürmediği sürekli gündemleri laikliktir. Laiklik çok açık ve bilinen anlamıyla din ve devlet işlerinin bir birinden ayrılmasıdır. Bunu Atatürk de böyle anlıyordu, sıradan vatandaşımız da bugün böyle anlıyor. Fakat hepsi değil ama birçok CHP’li laikliği sekülerlik olarak anlıyor; bunun için de devletin laiklik ilkesini vatandaşa sekülerlik olarak dayatmaya çalıştı. İşte bu yüzden olmalı ki, bazı AKP’liler haklı olarak son günlerde laikliği yeniden tanımlayalım işini gündeme getirdiler. CHP ve bizler laikliği koruyalım; fakat onu kişinin din dışı, dinine karşı lakayıt olması gibi anlamayalım. Hatta biz burada CHP’li yetkililere partileri için bir din politikası oluşturmalarını önermek isteriz. Partililer kişi olarak dindar, seküler, dinsiz olabilir; ama iktidara geldiklerinde, hükmedecekleri büyük halk kitlesi inançlı olduğundan ve dinler bir yönüyle toplumsal olduğundan, sosyal dini hayatın düzeni için partilerin kendi din siyaseti olmalıdır. Bu, laikliğe aykırı değildir. Hatta bir açıdan laikliğin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağı gibi, yine CHP’nin çok yakındığı dinin siyasete alet edilmesini de ortadan kaldıracaktır. Türk siyasetinde din sosyal yönüyle oldukça ihmal edilmiş bir konudur. Siyasi partilerin ve devletimizin geçekçi din siyasetleri olsaydı cemaatlerin ve çeşitli dini akımların siyasete doğrudan etkileri ve bu bağlamda etkinlikleri oldukça sınırlı olurdu.

 

Sözün özü, CHP kitlesel oy almak istiyorsa, kendi tanımı gereği,  halkın sesine kulak vererek yeni bir siyaset anlayışı ve zihniyeti oluşturması beklenir diye düşünüyorum. Aksi takdirde birbirlerini başarısızlıkla suçlamaktan öteye gidemezler; bugün Baykal, yarın bir başkası eleştiri oklarının hedefi olacaklardır. Beş okun gerçek anlamları aslında halkın sesidir. Fakat özellikle 1946’tan sonra CHP felsefesinde başlayan büyük menfi değişim, CHP ile halkın büyük kitlesinin arasını açmıştır. Bu arayı kapatmak veya kapatmamak CHP’lilerin işidir. Bizden söylemesi.