Amin Maalouf; tekrar tekrar okumaktan hiç bıkmadığım ‘Çivisi Çıkmış Dünya’ adlı kitabında, Arapların dünya ulusları arasındaki yerlerini bir daha geri kazanamayacaklarını düşünmekten kaynaklanan elemlerini anlatır. Şimdi o elem yerini Türkiye bayrağı sallamanın coşkusuna bıraktı.

Arap sokaklarını kazanmaya küçümsemeyle bakmamak gerek. Haritaya bakmak bile Türkiye’nin Ortadoğu ile neden ilgilenmesi gerektiği anlamaya yeter. İnsanca bir yaşama, ekonomik ilerlemeye, demokrasiye ihtiyaç duyan, bunların peşinde olan ama gerçekleşmeyince de kırılan gururları nedeniyle radikalizme teslim olmaya meyilli Arap sokakların kazanılmasının yalnızca Türkiye’ye değil, dünyaya da ne kadar katkı sağlayacağını görmek gerek. Yeter ki bu yeni durumun temeli, Soğuk Savaş kalıntısı olan ve ilk zamanların heyecanı yatışınca anlamsız kalacak ‘Düşmanımın düşmanı dostumdur’ basit önermesi ya da yalnızca dini mezhep kardeşliği olmasın.

Hafta başında SETA’nın düzenlediği bir toplantıda karşılaştığım Arap aydınlarında da benzer bir heyecan vardı; tarihin, Batı’nın, kendi yanlışlarının ve İsrail’in, yerlere atıp üstünde tepindiği gururlarının Türkiye tarafından yerden kaldırılarak yükseltildiğini düşünüyorlardı. Yıllardan beri baskıcı rejimler altında yaşamalarının getirdiği bir alışkanlıkla, ikili sohbetlerde sürece dair bazı kaygılarını dile getirseler de, kürsüye çıktıklarında, gururlarının bir parça olsun tamir edilmiş olmasının verdiği coşkuyla geleceğe dair pembe tablolar çizdiler. Başbakan Tayip Erdoğan’ın, Nasır kadar popüler bir lider olduğunu anlattılar.

Maaluf aynı kitapta Nasır’ın yükselişini ve düşüşünü de çok güzel özetler. Nasır’ın düşüşünde, elbette petrol şirketlerinin, İsrail’in, muhaliflerin, bölgedeki başka ülkelerin çekememezliklerin payı vardır ama ‘Nasırcılığın bozguna uğramasında en büyük pay yine Nasır’ın kendisidir’ diyor Maaluf. Nasır’ın yeni yeşermeye başlayan demokrasiyi güçlendirmek yerine otokrat ve popüler olmayı tercih edip, özellikle İsrail-Arap davasında, kendi retoriğinin tutsağı olduğunu, bu sebeple yaşanılan yenilgiyle Arapların gururunun iyice kırıldığı 1967 savaşına yuvarlandığını söyler. 

Birçok nedeni var o savaşın; İsrail’in haritadan silinmesini isteyen Arap sokaklarının haykırışı; Filistinli örgütlerin İsrail’e karşı vur kaç eylemleri; her zamanki gibi İsrail’in bu eylemlere ‘aşırı güç kullanarak’ yanıt verirken sivilleri de öldürmesi. Üstüne bölgesel bir güç fikrine hiç de sıcak bakmayan o zamanki Sovyetler Birliği’nin, ‘İsrail saldırıya hazırlanıyor’ yanlış istihbaratı vererek Nasır’ı nihayet uzun süredir hazırlanan tuzağa düşürmesi. Tıpkı ilk Körfez savaşında ABD yönetiminin Kuveyt’i işgale hazırlanan Irak’a, ‘Canım bize ne, sizin sınır sorununuz, bu işe karışmaya niyetimiz yok’ demesi gibi. Allah’tan şimdilerde, bölgesel güçlere razı olsalar bile onları topal ördek misali yavaşlatmak isteyen büyük güçler, yükselen güçleri savaşa itmiyorlar. Onun yerine artık ‘gidin diplomatik çaba gösterin’ deyip sonra da ‘ama bunu kast etmemiştik’ diye eklemekle yetiniyorlar. Çünkü bölgesel güçleri vurmanın en iyi yolunun onların kibrine dokunmak olduğunu biliyorlar.

Ortadoğu’yu gerçekten istikrar ve barış havzasına çevirmek isteyenlerin Nasır’ın deneyiminden alması gereken bir çok ders var. Bu derslerin başında da, Arap sokaklarıyla, Arap rejimlerinin çok farkı düşünebildiği ve davranabildiği gerçeği. Sokakların baskısıyla masanın üstünden el sıkışırken, masanın altından tekme atmaya hazır, tek dertleri kendi istibdat yönetimlerinin bekası olan rejimlerinin varlığı... Şimdilik ‘he’ dermiş gibi gözükseler de ‘başka bir dünya mümkün’ algısından yoksun oldukları için her an yan çizmeye hazır küçük ülkeler, meseleyi yalnızca başka bir gücün dengelenmesi olarak görüp ona göre tavır belirleme derdindekiler... Tıpkı şimdi yükselen Şii üstünlüğüne karşı, Türkiye’yi yalnızca Sünni karşıt güç olarak görenler gibi... 

Bu tuzaklara rağmen, Ortadoğu ile ilgilenmeme lüksü yok Türkiye’nin ama bu karşılıklı ilginin temeli yeni bir anlayışla demokratik, insan haklarına saygılı yeni bir Ortadoğu kurmak için olmalı. Çünkü Maaluf’un dediği gibi: “Ya bu yüzyılda herkesin kendisiyle özdeşleştirebileceği aynı evrensel değerlerle bütün haline getirilen insanlık serüveninde güçlü bir inancın rehberlik ettiği ve bütün kültürel çeşitliliklerimizle zenginleşecek bir uygarlık kurmayı başarırız ya da ortaklaşa bir barbarlığın içinde yok olup gideriz.”

Kaynak: Radikal