İslamcılık tartışmalarının en başından beri, işin sınıfsal boyutuna işaret etmeye çalıştım. Bir yandan, din ve dini sembolleri temsil etme iddiasında ve onlar üzerinden yapılan siyasetin, diğer taraftan, onlara karşı tepkinin sınıfsal boyutlarının altını çizmeye gayret ettim. 90'lı yıllarda yayımlanan yazılarımın birçoğunda (özellikle Birikim dergisinde yayımlananlarda) bu konuyu defalarca gündeme getirdim.
Osmanlı modernleşme/Batılılaşması doğal olarak bir seçkin sınıflar olayıydı. Cumhuriyet ile birlikte bu hareket orta sınıflara sirayet etti. Bu kez, modernleşme/Batılılaşma, büyük ölçüde, Cumhuriyet'in, alanı dar orta sınıfının sınırları içinde kaldı. Bugün sözü çok edilen 'seçkinlik' bundan ibarettir. Sonuçta, modernleşme, sekülerleşme ve Batılılaşmaya karşı tepki, daha ziyade kırsal kesimde birikti ve zaman içinde, toplumsal hareketlilik çerçevesinde, toplumsal ve siyasal sahneye çıktı. Bu noktada oluşan çatışmaların sınıfsal boyutu burada başlar. Bugün laikçi denen kesimi kolaylıkla bir sınıf olarak göremeyiz, ama dine ilişkin tepkilerinde, tabanı kırsal veya yeni şehirli olan kitleleri, sınıfsal manada küçümsemenin izlerini açıkça görebiliriz. Tabii, gerek İslamcılık tartışmasını, gerek daha sonraki laik-muhafazakâr çatışmasını sadece bu çerçevede açıklamak mümkün değildir. Bir zamanlar işin toplumsal/sınıfsal boyutu görmezden gelinirdi, şimdilerde ise siyasal boyutu ihmal edilmeye başladı, ama bu uzun bir mevzu şimdilik buna girmeyelim.
Tekrar olayın sınıfsal/toplumsal boyutunu hatırlatma ihtiyacı duymamın nedeni, mevcut iktidarın etrafında dönen çatışma ve tartışmalarda bu kez, laikçi denen çevrelere karşı biriken sınıfsal tepkinin zaman zaman çok belirleyici olması. Bu sınıfsal tepki, sadece, İstanbul burjuvazisine karşı Anadolu burjuvazisinin yükselişi ile açıklanabilir değil. Evet, İslamcılıkla başlayıp merkez sağa yürüyen bu dinamik, burjuvaziye karşı itiraz değil, alternatif burjuvazi ekseni yaratma tepkisi. Ama, halen içinde, fazlasıyla kitleselleşmiş radikal/tepkisel unsur barındırıyor ve bunun gözler önüne serdiği kafa karışıklığı ile malul. Diğer taraftan, bu kesim, halen kültürel hegemonyasını koruyan burjuva kültürüne nüfuz edememe hırçınlığı sergiliyor. Yani, başında İslamcılığın yükselişine karşı sergilenen burjuva tepki ve hırçınlığını söz konusu iken, şimdi bunun maduru olanların isyanının ötesinde, karşı hırçınlık söz konusu.
Medya-iktidar savaşlarının birçok boyutu yanı sıra, bir de bu boyutu var. İktidar partisi artık sadece burjuvaziye ve onun kültür dairesine kitlesel tepkiyi temsil etmiyor, daha ziyade kendi burjuvalık iddiasını önündeki engellere karşı savaşıyor. Ancak, siyasal iktidarla pekiştirdiği ekonomik gücün, kültürel hegemonyayı kırmaya yetmediğini görüyor. Türkiye'deki kültürel hegemonyayı veya burjuva kültürünü beğenirsiniz veya beğenmiyebilirsiniz, ama ülkedeki 'seçkin'liği tanımlayan çerçeveyi bu çiziyor. AKP'nin iktidar olup, muktedir olamaması sadece asker/sivil veya bürokratik yapı/demokratik iktidar meselesi değil. Aynı zamanda, iktidarın temsil ettiği gücün kültürel hegemonyayı kırmaya yetmemesi. AKP buna karşı, belki de doğal karşılanabilecek bir öfke duyuyor.
Ben Doğan medyaya karşı duyulan öfkede, ekonomik çıkar çatışmaları, dünya görüşü farklılıklarının ötesinde böyle bir öfkenin de devreye girdiğini düşünüyorum. İktidarı destekleyen medyada yazıp çizilenlerde bunun izlerini görüyorum. Bir yandan, Doğan Medya'ya gücünün ötesinde anlam yüklemek, diğer yandan eskiden birçok şeyi Siyonist komplo ile, masonlukla, kısacası gizli güçlerle açıklanma alışkanlığının Doğan Medya ile devam etmesi bunun göstergesi. Doğan Medya yok olursa, bir türlü kendilerini kabul etmeyen, tüm siyasi-ekonomik güce rağmen 'seçkin' sınıfın dışında tutan, kültürel hegemonyanın bir günde yok olacağını düşünüyorlar.
Ben mevcut kültürel hegemonyanın, birçok açıdan karşısında duran biriyim, ancak buna karşı kör bir öfke ile kalkışılan savaşın öncelikle başarılı olmayacağını, başarılı olma durumunda da büyük bir kültür kaybına neden olacağını düşünüyorum. Devrimler de, bu türden yıkımlara girişir ve her defasında sonuç kültür kaybıdır. Cumhuriyet Devrimi de bunun istisnası değildi. Bugün Cumhuriyet Devrimi'nin kültür kaybını sürekli gündeme getiren muhafazakâr çevre, kendi sandığı gibi, Cumhuriyet'in neden olduğu kültür kaybını geri döndürecek veya yerini dolduracak evsafda değil. Bu durumda, halihazırda söz konusu olan, fazladan bir kültür kaybından başka bir şey olmayacak.
Cumhuriyet'in kaybına ön ayak olduğu, Osmanlı mirası veya İslam medeniyeti birikimine sahip çıkma halihazırda, Mehter Marşı, İstanbul'un fetih şölenleri, zeytinyağlı dolmanın Osmanlı mutfağı diye sunulması, Mimar Sinan yapısı medreselere kilim keçeli dekorasyon yapma düzeyinde seyrediyor. Üstelik, olay sadece estetik boyutla sınırlı değil. Ne kadar yetersiz bulursak bulalım, mevcut demokratik düzey, ifade özgürlüğü de burjuva kültürünün bir parçası ve belli ki Başbakan bundan ötesini değil, bundan gerisini özlüyor. O nedenle, mevcut burjuva kültürüne tepki, kör öfkeye dönüştüğünde, makul bir zeminden çıktığı noktalarda, kaybedecek çok şeyimiz olacak.

 

Kaynak: Radikal