Muhabir: Oturmama müsaade eder misin?
Bilge: Tabi tabi. Ama oturmadan önce tüfeğini ve bütün av takımlarını dışarı koymanı ve onları hiçbir gözün hatta bir sineğin, bir kelebeğin gözünün bile göremeyeceği şekilde otlarla, yapraklarla örtmeni rica ediyorum.
İnsanlık mükerrer bir ayıpla ve trajediyle karşı karşıya. Adem'in(a.s) terbiyesinden ve merhametinden memnun olduğu Habil'i öldüren merhamet fakiri Kaynin'in(Kabil) ruhu, Yakup'un(a.s) yüzüne bakmaya kıyamadığı çocukça masum tebessümünü gözlerimizde canlandırdığımız, Züleyha'nın iffetsizce "haydi gel" çağrısına İbrahimi duruşunu yitirmeden "Allah'a sığınırım" diyen insanların en güzeli olan çocuk yüzlü Yusuf'u kuyulara atan zelil ruh Beyrut'ta, Dahaye'de yeniden canlandı. Habil'i öldüren, Yusuf'u kuyuya atan, Zekeriya Peygamberi katleden zihniyet 10 günlük bebeği öldürmenin utancını taşımaktan ar etmiyor.
Yıllar boyu dünya Müslümanları olarak avuttuğumuz yanlarımızı hep diri tuttuk. İncitmeden, ağlatmadan diri tuttuğumuz, avuttuğumuz yanlarımızı diri tutan hadiselerimiz oldu hep. Yaşımın şahit olduğu, önce Afganistan sonra Irak, sırasıyla Bosna, Çeçenistan, Somali, Endonezya, tekrar Afganistan ve Irak, Sudan bu günlerde Beyrut zulümleri, bitmeyen ağıtlarımız ve yakınmalarımız oldu hep. Humeyni'nin dediği gibi "Her Müslüman bir kova su dökerse İsrail'i sel götürür" söylemi pratiğe dökülemeyen matematiksel bir hesap olarak askıda kaldı hep. Oysa ki, dünya Müslümanları samimiyetleri gereğince acılarına ağlayabilme tepkisini gösterebilseydiler her Müslüman'ın dökmüş olduğu gözyaşı bir sel olur ve Siyonistleri boğmaya yeterdi.
Gözyaşı; üzüntünün, vicdani ürpertinin yürekte damıtılıp gözlerden akıtılan damlalarla vicdanın ve samimiyetin mücessem hali ve en büyük göstergesidir.
Gözyaşı; kederin ve vicdani haykırışın göz çukurlarında mahcubiyet duymadan merhamet yoksunu yeryüzü insanlarına varlığını haykırmasıdır.
Gözyaşı; kaynak olarak çıktığı yüreği ferahlatan, düştüğü yeri yakan bir nüvedir.
Etrafımıza baktığımızda kaç kişinin Filistin veya Lübnan için gözyaşı akıtabildiğini gördük. Üzülüyoruz, acıyoruz, yutkunur gibi oluyoruz ama ağlayamıyoruz. Evet Filistin ve Lübnan'da ölen çocuklara, on günlük Vaad'imize, tozlara bulanmış küçücük bir bedene sahip mavi emzikli bebeğimize ağlayamıyoruz. Belki ağlamaktan göz çukurlarımızda yaş kalmadığından belki de ağlayacak yanlarımızın olmadığından. Filistin; bizim için sadece ağlayan yanımızın, acıyan küçük bir avuntu coğrafyası. Sonuçta bizde Mihail Nuayme'nin isimlendirdiği "paket medeniyetinin kavanoz çocuklarıyız." Fikirlerimiz de, duygularımız da ve vicdanımız da paket medeniyetinin cicili bicili, süslü paketlerinden. Gazze ve Beyrut'u, Bodrum'dan, Didim'den, Caprice'den görebileceğine inananlardan, kalp gözünün açık olduğunu zanneden erenlerdeniz. Vicdanını yitirmiş kapitalist dünyanın evlatlarıyız. Vicdanını yitirmiş dünyanın kapitalist evlatları her türlü duygunun, inancın ve vicdanın bile parayla alınıp satılabileceği fikrinde ve inanışındalar. Yeryüzünün yeni Hannibalları ve Frenkensteinleri içinde çocuk kahkahaları çınlayan saadet yuvalarının duvarlarını acımasız toplarıyla dövmektedirler. Kemikleşmemiş masum küçük bedenler, ruhsuz bombalarının yıktığı molozlar altında tozla kaplı etli oyuncak bebeklere dönmüş şekilde çıkıyorlar. Nuayme'nin bildirdiği Hannibal kontrolsüz gücüyle Beyrut'u yağmalıyor.
"Yeryüzünün haberleri nedir bilir misin, Hannibal? Zavallı, sen nerden bileceksin ki? Sen ki yeryüzünün bu vahşi ormanına çekilmişsin. Yeryüzünün haberleri, insanlara göre, öncelikle insanların haberleridir. Senin aşiretinin ya da insanların dışında yeryüzünde yaşayan binlerce tür yaratıkların haberleri değil.
Bunlar, yeryüzünü kaba güçle bölüşüp sonra bölüşmede anlaşamayan ve bunu kaba güç ile düzeltmeye girişen insanların haberleridir. Keşke güçleri; ormanların, çöllerin insanlar dışındaki sakinlerinki gibi kas, pençe ya da diş gücü olsaydı. Onların gücü gösteriş, hile para ve adam gücüdür; bomba, roket ve hayatın nesiller boyunca ancak yetiştirebildiğini göz açıp kapayıncaya kadar imha eden cehennem ışınları gücüdür."
Hannibal'ın bütün öfkesine karşın vicdanı uyuşturulmuş insancıklar Zarifoğlu'nun dediği gibi "cengi atıp sinekler gibi tezeğe konmuş" bir şekilde köşelerine sinmiş halde duruyorlar.
Evet vicdanını yitirmiş bir dünyanın kavanoz çocuklarıyız. Çok kültürlü, çok zengin, çok gelişmiş, çok teknolojik, çok bilişimsel uzay çağının insanları olarak verdiğimiz insanlık ve Müslümanlık sınavını her geçen gün kaybediyoruz. Adem'in (a.s) oğlu Kaynin'e sorduğu "Kardeşin nerede" sualine tıpkı Kabil'in yüzünü buruşturarak " Ben kardeşimin bekçisi miyim?" pişkinlik ayıbına, Yakup'un "Kardeşiniz nerede" sualine verdiğimiz yalan beyanatı tekrarlama ayıbına ve ıstırabına tekrar düşmüş durumdayız. Halimiz; Habil'i öldüren Kabil'in haline, Yakup'un Yusuf'unu kuyuya atan kardeşlerinin haline benziyor. Eğer Kabil'in ve Yusuf'un kardeşlerinin yaşadığı zilleti yeniden yaşamak istemiyorsak, bu zilletten kurtulmak istiyorsak, televizyon başında ahu-vah edip sızlanıp ağlar gibi yapma kandırmacasından kurtulmak istiyorsak, "kalk ve bir taş at" nidasına kulak vermemiz gerekiyor. Bebek çığlıklarını duymak istemiyorsak kocaman demir gövdeli makinelere, tanklara kavis çizdiren taş çocuğu Muhammedlerin azmini anlamamız lazım. Adam gibi Müslüman olduğumuzu iddia ediyorsak Muhammed el-Durra'nın çığlığına, babasının feryadına ve siper olan gövdesine ve benliğine anlam vermemiz gerekir.
Kısaca; ağlayabilmek için Etfalu'l-Hicara'yı (Taş Çocuklarını), Halid Meşal gibi, Hasan Nasrallah gibi taş gibi adamları anlamamız lazım. Yani uluslararası konjonktürün, reel politiğin belirlediği ağzı bırakıp Müslümanca bir duruşla, ferasetle ve basiretle bir üslup geliştirmemiz lazım.