Kapitalist ve konformist yaşam içinde her şeyin tozpembe olduğu, anlatıların öldüğü yüzyılımızda takvimler 11 Eylül 2001 tarihini gösterdiğinde dünyanın jandarması ve süper gücü ABD'deki çatırdama sesleri insanları oldukça şaşırtmıştı...

 

Fukuyama'nın "Tarihin sonu", Huntington'un "Medeniyetler tartışması" tezleri birden ehemmiyet kazanıvermişti... Huntington'a göre yeni bir çatışma olacaksa farklı bir tipte savaş olacak; bu çatışma "merkez/batı" ile "çevre/eski sömürge ülkeler" arasında bir medeniyet çatışması olacak; ve bu, "Yahudi-Hıristiyan" ve "İslam-Konfüçyanizm" ittifakı arasında bir medeniyet çatışması şeklinde olacaktı. Tabii ki bu ittifaklar arasında dişe diş güçler dengesi biçiminde bir çatışma olmayacaktı; merkezi kutup ekonomik, askeri, siyasal baskıları acımadan kullanacak, çevre güçler ise güçsüzün güçlüyü alt etme metodu olarak 'terörizme' başvuracaktı...

 

1990'larda Sovyetler Birliği'nin yıkılması sonucu Amerika komünizmin tehdit olmaktan çıkmış olduğunu görüp kendine başka bir öteki yarattı. Ve 1991 Körfez harekatı "öteki"nin ne ve kimler olduğunu ortaya koydu. Komünizmin yıkılışından sonra Sovyetler Birliği'nin yerini alan İslam ve mümessillerini bir şeytan ve şer kaynağı olarak gören zihniyet, dünya egemenliği amacı doğrultusunda ilk adım olarak Irak'ı bombaladı...

Amerika'nın sudan sebeplerle yapmış olduğu uluslararası eylemlerin tarihsel arka planı vardı... Havana'da bir hava limanında bir zırhlının infilak etmesi, İspanya'ya karşı savaş açılması için bahane olarak kullanılmış ve Porto Rico, Filipinler ve Küba İspanyolların elinden alınmıştı.

 

Paul Nitz bu emperyalist psikolojiyi şöyle ortaya koyar: "Evrensel gücü elinde bulunduran ABD'nin küresel bir düşman (şu durum içinde Sovyetler Birliği) belirlemesi ve onu iblisleştirmesi gerekiyordu. Onu o kadar şeytanlaştırmalı ve iblisleştirmeliydi ki ABD'nin her türlü müdahale ve saldırısı peşinen küresel bir tehdide karşı bir savunma tepkisi olarak görülüp haklı gösterilmeliydi. Bu paradigmal bakıştan itibaren Sovyetler Birliği "Şer imparatorluğu" oldu. Artık Amerika'nın Kore veya Vietnam'ı istila etmesi pek önemli değildi, önemli olan Amerika'nın onları istila etmesiydi. Artık ABD kendi sınırlarından 10 bin kilometre uzakları istila ediyor ve ardından da kendisinin meşru müdafaa yaptığını ilan ediyordu."

 

Nitekim, kulelere yapılan 'terörizm' eylemi/uçaklama Amerika'yı 'mazlum' durumuna getirmiştir. Bu 'terörist' eyleme verilen cevap hangi metotla olursa olsun her şartta meşru görülmüştür ve dünya kamuoyu da bu psikolojinin etkisi altındadır.

 

Amerika'nın duygusal zekası ya da insani basireti çoğu zaman ikincil plandadır. Yani hayata bakışında Hıristiyan felsefesinden çok Grek felsefesinin etkisi vardır. Tıpkı Aşil'in bir soyu gibi hareket etmektedir. Eğer insani basireti olsaydı, Ku Klux Klan terörizmini yaratacak bir ortam oluşturmazdı. Nitekim binlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan "kamikaze" saldırısı sonrası ekonomik önlemlerin alınması ve ülke itibarının zedelenmesi "intikam" duygularının oluşmasına neden olmuştur. Amerika hiç bir zaman pragmatik ve ekonomik zekasını kaybetmeyecektir. Roger Garaudy bu duygusal sendromu şöyle özetler:

 

"'Pazar tek tanrıcılığının' nihai gayesi de zaten budur. Onun amacı bizleri sahte bir amaca bağlamaktır. Nitekim bu hedef Amerika'nın önce Kızılderili avı filmleriyle verilmeye başlanmış, peşinden kovboylarla sürdürülmüş, paranın kanun dinlemezliği "Dallas" dizisiyle anlatılmış ardından "Batman"dan "Terminatör"e uzanan o bütün şiddete dayalı ve insanlık dışı tavırları içeren yapımlarla devam ettirilmiştir. Nihayet bu tutum manevi yönden iyice gerileyişimizin belgeseli olan "Dinozorlar" dünyasına götürülmüştür. Amerika'nın dünya insanlarının yapısındaki etkisi tartışılmaz derecede yüksektir. Bu tür eylemlerin sonrası Amerika ve Batı'nın, başını ellerinin arasına alıp düşünmeye başlaması gerekir. Dünya, insanın ve insani değerlerin para karşılığında pazara çıkarılıp satıldığı mekan haline gelmiştir. İnsani basiretin ve anlayışın projesi yüceltilmesi gerekirken tabiat kanunu gibi, nas gibi görülen ekonominin icaplarına boyun eğilmiş ve her şey 'kazanmak için' felsefesine büründürülmüştür. Toplumsal hayatın görünürlüğü olan Hollywood sinema endüstrisinin bir ürünü olan "Dövüş Kulübü" adlı filmde ilgisiz kalan, marjinal kalan, kendini rehabilite etmek kaygısına düşen insanlar seans grubuna katılmakta, farklı marjinalliğe doğru kaymaktadırlar. Birçok insanın oluşturduğu grup sonunda kapitalist yaşama meydan okurcasına marketlere bomba yerleştirip kapitalist topluma tepkisini dile getirmektedir. Eğer dünyayı ekonomik deniz olarak görüp işleyiş sistemini de başa çıkılmaz kanunlar olarak görürsek büyük balıklar küçük balıkları yiyerek beslenirler. Eğer insanı marjinalleştirip onu yenilebilecek varlık olarak görürsek terörü kendimiz yaratırız..." (Çöküşün Öncüsü ABD)

 

Batıdaki bireye verilen etik ve bilinç, etnik merkezciliği ve "başkalarına" tepeden bakmasını yüreklendiren pragmatik eğitim anlayışıdır. Ayrıca kendi kalıplarına girmeyenlere karşı hor bakarlar. Böylece insanlar marjinalliğe itilir.

Öte yandan, spontan/kendiliğinden olmayan, daha çok oluşturulan "ötekileştirme", Batının arızi bir hastalığıdır. Dahası, "ötekileştirme" sorunu içerisinde sadece karşılıklı "ötekileştirme" yoktur. Aynı zamanda kışkırtıcılık da vardır.

 

Şimdilerde Amerika, terörizmin jeneratörü, aktörü ve baş ilhamcısı olarak İslam'ı ve İslamcılığı işaret etmektedir. "Şerrin kaynağı İslam'dır" şizofrenisi her an ve her yerde kendini göstermektedir. Amerika Birleşik Devletleri tarafından yürütülen terörizm saplantısının baş düşmanı 'radikal, isyancı İslam'dır. 19 Nisan 1995'te aşırı sağcı bir grup tarafından Oklahoma City'e yapılan bir saldırısı eski bir Amerikan askeri tarafından, 3 Nisan 1996 'da "Gestaponun Çocukları" adlı bir grup tarafından üstlenilen Miami-Los Angeles trenine karşı yapılan saldırıların Müslümanlarla alakası yoktu ve bu saldırılar Müslümanların işi olarak görülmeye ve gösterilmeye çalışıldı.

Amerika, Amerikan refahının varlığını sürdürmek için çok sayıda dışlamalar üzerine kurulmuştur. Amerikalılar daima Amerikan vatandaşı olmanın ayrıcalığını her yerde kullanmışlardır. Yetiştirilen basiretsiz insan anlayışı, bugünkü nimetlerinde tüyü bitmemiş yetimin hakkı olduğunu kavrayamamıştır. Çok eski yıllarda malum köle ticareti ve Kızılderili avı, 1945 sonrasında atom bombası altında ezilen siviller, 1960'larda napalm bombaları altında ezilen Vietnam çocukları ve 1990 ve 2000'lerde taş devrine döndürülesiye bombalanan Irak çocukları ve bütün bu nimetlerin altında var olan kan ve göz yaşı.

 

Bütün bu tutumlar karanlık tarihsel çağrışımlar yapmaktadır. Batıda yaşayan bir Müslüman, Batıdaki şizofrenik rahatsızlığı şu cümlelerle dile getirmektedir: "...dünyevi Batı kültüründeki aşağılanmaların hedefi Yahudilerden Müslümanlara kaydırılmış durumda diyecek kadar ileri gidebilirim." Birçok Müslüman bu korkuyu paylaşmaktadır, hatta Kabbani şöyle yazmaktadır: "Avrupa'da bir daha gaz odaları kurulduğunda, içlerine kimlerin atılacağı bellidir." (Rana Kabbani, Evreyes Myths of Orient, Londra)

Nitekim 11 Eylül olayının hemen arkasında Müslümanlar ciddi dışlanmalarla karşılaşmışlardır. Fransa'daki başörtüsü yasağından, Hollanda'da Teo Van Gogh'un bir Faslı tarafından öldürülmesi sonucunda yaşananlara kadar bir dizi olay hatırlanabilir.

 

Sonuç olarak kendi halkını üstün gören, bütün lüksü ve konforu kendi ülke insanlarına layık öğren zihniyet diğer insanların sırtına basmaktan kendini alıkoyamayacaktır. Bütün çevredeki ülkeleri kendisinin sömürgesi gibi davranacaktır. İmmanuel Wallerstein bu durumu şu şekilde özetliyor: "Eğer 1945'ten 1990'a kadar nüfusumuzun %10'u yerine yarısını yüksek bir gelir seviyesinde tutmak için diğer % 50'den yapılan sömürüyü artırmak zorunda kalacak idiysek nüfusumuzun % 90'ını makul bir derecede yüksek bir gelir düzeyinde tutmak için neler gerekeceğini varın tahayyül edin. Bu durumda fazla sömürü gerekecektir ve bu esas olarak üçüncü dünya halklarının sömürülmesi olacaktır."

 

NOT: Bu yazı 11 Eylülden hemen sonra kaleme alınmıştır. Gözden geçirilerek yayınlanmıştır. www.umran.org