Uluslararası ilişkiler sistemi, içinde bulunduğumuz bilişim çağının özelliğine uygun olarak, olabildiğince hızlı bir değişim yaşıyor. Sistemin başat aktörleri bile, konumlarını muhafaza edebilmek için, sürekli olarak yenileşerek değişime ayak uydurmak zorunluluğunu hissetmektedirler. Hatta ABD, Avrupa Birliği ve Japonya; altlarındaki zeminin kaymakta olduğu sürpriziyle karşılaşmış olmalarının telaşıyla, gizli görüşmeler yaparak “geriye gidişi durdurmak üzere” tedbirler almaya çalışmaktadırlar. Zira, onlar da görmektedirler ki; ilginç bir şekilde, bilişim çağında, insanlık tarihinin uzunluğu dikkate alındığında, çok kısa zaman dilimi içerisinde neredeyse bir deste “küresel aktör adayı” ortaya çıkmış bulunuyor. Üstelik bu adayların her birisi; gelecekle ilgili hesaplarında, ABD başta olmak üzere, mevcut uluslar arası sisteme yön veren Gelişmiş Ülkeler Grubunu hedef almakta ve onlara diş bilemektedirler.
Dolayısıyla, sadece çok sayıda “başat aktör adayı” realitesi değil, aynı zamanda bu adayların Batılı ülkeleri hedef alan “gizli gündem ve hesapları” da ABD öncülüğündeki “hâkim güçler koalisyonu”nu ciddi anlamda rahatsız etmektedir. İşte, muhtemel “başat aktör adayları”nın varlığı ve hatta, Şanghay İşbirliği Örgütü yapılanmasında olduğu gibi, bunların kendi aralarında “alternatif ittifak” ilişkilerine girmeleri dikkate alındığında; uluslararası sisteme yön veren ABD ve bağlaşıklarının işi oldukça zor görünüyor. Çünkü, tek “küresel aktör” ABD ile “rakip ortak” konumundaki Avrupa Birliği (AB) ve kısmen de Japonya, bilişim çağı koşullarında “öne çıkarak farklılık oluşturan” kimi Gelişmekte Olan Ülkeler karşısında oldukça ağır ve aksak kalmışlardır. Bu nedenle, Gelişmiş Ülkeler ile bazı Gelişmekte Olan Ülkeler arasındaki gelişmişlik, kalkınmışlık ve uyarlanmışlık farkı her geçen gün daha hızlı bir şekilde ortadan kalkmaktadır. Özellikle, “ağır sanayi”nin hantallığından ve yükünden kolayca sıyrılamamanın etkisiyle, bilişim çağı koşulları ve hızına uyum kapasitesini bir türlü geliştiremeyen ABD ve AB, kaçınılmaz olarak ‘kesintisiz bir şekilde’ güç kaybına uğrama sürecine girmişlerdir.
İlginç olan şu ki, “incinme ve kırılmaya tahammülü olamayan Batı gururu”nun etkisiyle öncelikle ABD, “başını kuma gömme misali” zirveden aşağıya doğru inmekte olduğunu bir türlü görmek ve kabullenmek istemiyor. Amerikalılar zannediyorlar ki, 11 Eylül sürecini başlatma stratejisinde öngördükleri ve arkasından gerçekleştirdikleri malum işgallerde olduğu gibi, Ortadoğu coğrafyasının kumlarına kafalarını gömmekle ve taşıma petrolle ağır sanayi çarklarını döndürmekle bilişim çağında da söz sahibi olmayı sürdürebilecekler. Gururları, benlikleri ve “öteki”ni küçümsemeleri nedeniyle Osmanlı Devleti’nin çöküşü ile SSCB’nin dağılışı ve Çin’in sıçramaya geçiş biçiminden bir türlü gereken dersi çıkaramamışlar veya nasiplenememişlerdir. Gerçekten de, tarım çağından sanayi çağına geçişi kavrayamaması sebebiyle yıkılan Osmanlı Devleti ile bilişim çağının kompleks koşullarını öngörememe nedeniyle dağılan SSCB’’nin durumunun bir benzerini, sanayi çağından bilişim çağına geçişin koşullarına ayak uyduramaması nedeniyle ABD ve AB yaşamaya başlamışlardır. Çin bile, çağın değişmekte olduğu gerçeğinden hareketle, sahip olduğu katı ideolojisinin var oluş nedeni olan Kapitalist ekonomik modelin “postmodern versiyonu”na geçiş yapmakta hiç tereddüt göstermeyerek çökmekten kurtulmuştur.
Hakikaten SSCB’nin 1991 yılında kesin olarak dağılmasının Ruslar tarafından kabul edilerek “çıkış yolu” aranması ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de SSCB’nin durumundan gereken dersleri çıkarmasının destek ve de teşvikiyle; bu iki devlet, bilişim çağının koşullarına daha rahat ayak uydurmayı becermişlerdir. Hatta geçmişten aldıkları dersle, ABD ile AB’nin karşısına “Şanghay İşbirliği Örgütü şemsiyesi altında” güç birliği yaparak çıkmaya çalışmaktadırlar. Buna karşılık ABD ise, “soğuk savaş” döneminin “iki kutuplu dünya sistemi” ortamındaki “iki süpergüçten biri” konumundaki Sovyetler Birliği (SSCB)’nin 1991 yılında dağılmasını kendince bir başarı addederek, gerçekte kendisinin de altını oymuş olan bilişim çağına ayak uydurma kıvraklık, bilinç ve hazırlığını sergilemekte oldukça geç kalmıştır. ABD’nin anlayamadığı şey şuydu: “SSCB’nin dağılmasına neden olan etkenlerden birisi konumundaki ‘bilişim çağına geçiş’ süreci, kendisinin de altını tamamen oyarak dünyaya borçlu ve her an tamamen çökmesine neden olabilecek “anlık krizler”e hazır hale getirmişti.
İşte, değindiğimiz bu gerçekler ışığında, hâlihazırdaki ABD ekonomisinin içinde bulunduğu kriz ortamları ve açmazlar ile “meydan okuyan güçler” karşısında sergilenen çapsızlıklar bize göstermektedir ki, “21.yüzyılın hasta adamı” ABD’dir. Tırnakları sökülmüş bu yaşlı aslan, her ne kadar büyük bunalımlar içerisinde olsa da, kendisine efelenmekte olan çevresindeki diğer güçlere gözdağı vermek ve dünyanın doğal zenginlik kaynaklarını ele geçirmek üzere, 11 Eylül 2001 tarihinde “küresel terörle savaş” stratejisi bağlamında ve “haçlı savaşı” sloganıyla İslam coğrafyasını işgal sürecini başlattı. Bu yeni dönemle birlikte, uluslar arası ilişkiler sisteminin tek kutuplu bir yapıya büründürüldüğü propagandası arkasına saklanarak küresel sistemi kendince şekillendirme hesabını yapmalarına karşılık; mesela, Afganistan ile Irak’ın işgalinden sonraki birkaç yıl içerisinde, işlerin hiç de iyiye gitmediğini ve sonun başlangıcının yaklaştığını kesin bir şekilde görmüş oldular.
Benzer bir biçimde, bu arada “ölçüsüz tehditleri”nin de etkisiyle, hesap edemedikleri bir gelişme daha ortaya çıktı; Rusya ile Çin, Varşova Paktı’nın daha gelişmişi konumundaki Şanghay işbirliği Örgütü’nü resmen bir “Stratejik Blok” hüviyetine büründürdüler. Bu anlayışa uygun olarak da, dünya kamuoyunun hayretli bakışlarına aldırmadan ve ABD’nin gözlemci olarak katılmasına bile müsaade edilmeden, Şanghay İşbirliği Örgütü üyeleri, Rusya’nın Urallar bölgesinde ortak bir askeri tatbikat yaptılar. Şanghay Beşlisi ismiyle 1996 yılında kurulan bu örgütün, 2001 yılında Şanghay İşbirliği Örgütü olarak yeniden yapılandırılmasında ABD’nin “hesaplı” tahriklerinin büyük rolü olmuştur. Açıkçası ABD, hesap hatası yaparak, Rusya ile Çin’i ürkütüp doğrudan doğruya kendisinin karşısına çıkmalarına neden olmuştur. Ayrıca, Rusya Lideri Putin’in “restleşme ve yeniden kutuplaşma” siyasetinin de etkisiyle, zaten trilyonlarca dolar açık ve borç yükü altına girmiş olan ABD ekonomisi, kesin bir şekilde SOS vermeye başlamıştır.
Öyle ise meseleye, ABD’nin alternatiflerinin ortaya çıkması realitesinden hareketle bakmamış olsak bile; içerisine sürüklenmekte olduğu bataklık nedeniyle ABD, “iflas, dağılma, parçalanma vs” gibi yöntemlerden biriyle, her geçen gün daha da hızlı bir şekilde “sonun başlangıcına” yaklaşmaktadır. Bu pencereden bakınca bile; hâlihazırdaki tek kutuplu dünya sisteminin yegâne “küresel aktörü” konumundaki ABD’nin, mevcut durumunu sürdürmesinin imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Kaldı ki, 21.yüzyılda, ABD’nin tahtına oynayan çok sayıda “bölgesel aktör” mevcuttur. Dolayısıyla, gerek bölgesel aktörlerin “küresel aktör” olma yolunda yaptıkları hamleler ve gerekse “küresel aktör” konumundaki ABD’nin içerisine batmakta olduğu sorunlar birlikte değerlendirildiğinde; bilişim çağındaki değişim ve yeniliklere “öncü ve önder” rolüne soyunamayan ABD’nin, yakın bir gelecekte tamamen tahtını kaybedeceğini rahatlıkla iddia edebiliriz.
Hâlbuki 1989 yılında Sovyetler Birliği (SSCB) dağılmaya başladığında ve Aralık 1991 yılında da dağıldıktan sonra, ortalıkta konuşulmaya başlanan tezlerde, çok farklı şeyler seslendiriliyordu. Sanki iki kutuplu dünya sisteminin ortadan kalkmasıyla birlikte, tek süpergüç konumundaki ABD öncülüğünde “ebediyete kadar gidecek” bir Yeni Dünya Düzeni (YDD) kurulmaktaydı. Aksine, ilerleyen zaman gösterdi ki; SSCB’nin dağılmasının arkasındaki gerçek neden ABD değil, belki de bilişim çağı idi. Kuşkusuz, Doğu Bloğu ülkelerinin Batı Bloğu ülkelerine ekonomik anlamda bağımlı hale gelmeleri, silahlanma yarışını sürdürebilecek ekonomik güce sahip olmamaları ve insan onuruna aykırı sistemsel işleyiş biçimleri “SSCB’nin dağılmasında” çok büyük rol oynadı. Ancak, SSCB’nin dağılmasının arkasındaki gerçek neden, “bilişim çağı”na ayak uyduramayacak derecede geri ve hantal bir yapıya sahip olmasıdır. Benzer bir durum, henüz net ve açık bir şekilde ifade edilmese de, ABD için de söz konusudur. Gerçekten şimdilerde daha iyi görüyoruz ki, bilişim çağına ayak uyduramama ya da yeni çağın önde gidenlerinden olamama eksikliği, ABD’yi de kökten sarsarak bitme noktasına getirmiş; ama, SSCB’nin “tehdit edici” varlığı ve sonra da hayret verici bir şekilde ortadan kalkışının yaydığı puslu hava nedeniyle ABD, 2001 yılına kadar hiçbir sarsıntı geçirmeden varlığını sürdürmüştür.
O halde, denebilir ki; 20.yüzyılın iki başat aktöründen birisi konumundaki SSCB’nin 1991 yılında dağılmış olması “ABD’nin bir başarısı ve rakipsiz kalması” olarak değerlendirilemez. Zira SSCB’nin dağılmasına zemin hazırlayan “bilişim çağı koşulları” aslında ABD’nin dağılmasını da mukadder hale getirerek, ABD’nin “tek küresel aktör” olma vasfını 2001 yılında ortadan kaldırmıştır. Açıkçası, ABD ile SSCB’nin farklı yapıda sistemlere sahip olmaları nedeniyle; ABD’nin “başat küresel aktör” tahtından düşüşü, SSCB’nin dağılması gibi tam olarak dünya kamuoyunun önüne koyulamadı. Gerçekten SSCB, Doğu Bloğu ülkelerini “kendisine bağlı resmi bir eyalet” gibi idare ederken, onları kendi hallerine bırakmasının yaydığı kargaşa ve bunalımı açıktan açığa yaşarken; ABD, Batı Bloğu ülkelerini “perde arkasından yönlendirme” yöntemine başvurması nedeniyle, eskiden Batı Bloğu mensubu olduğu dillendirilen ülkelerin şimdilerde ABD’nin politikalarına aykırı tavır takınmaları “dünya kamuoyu nezdinde” fazla bir kargaşa ve bunalıma neden olmamaktadır. Bu nedenle de, bilişim çağı vesilesiyle tahtı sarsılan ABD’nin, içerisine düştüğü perişanlık kolaylıkla kitleler ve hatta kimi safdil devletlerin dikkatinden kaçırılabilmektedir.
Gerçekte, mesela, sadece 1 Mart 2003 tezkeresinin TBMM’de reddedilmesi bile, Batı Bloğu’nun dağıldığının ve ABD’nin eski gücünü kaybettiğinin ispatlanması için kifayet eder kanısındayım. Aslında, nasıl ki Orta Asya ülkeleri, 1989 yılında dağılma belirtileri gösteren SSCB’ye başkaldırarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerse; benzer bir biçimde Türkiye, 11 Eylül 2001 süreciyle birlikte “küresel başat aktör” konumundan düşmeye başlayan ABD’ye başkaldırarak 1 Mart 2003 tezkeresini TBMM’de reddetmiştir. Sonraki yıllarda Türkiye’nin “ABD kaynaklı olarak” yaşadığı sıkıntıları, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nin 1990’lı yıllar boyunca yaşadıkları sıkıntıların farklı versiyonu olarak değerlendirebiliriz. Dolayısıyla burada, Türkiye’yi hâlâ daha ABD’nin politikalarına bağımlı “çevre ülke” olarak konumlandırmaya çalışan anlayışlara da çok önemli bir uyarı mesajı çıkmış oluyor.
ABD, “küresel aktör” konumunu kaybettiğini kendisi de iyi bildiği için, 11 Eylül sabotajını bizzat kendisinin gerçekleştirdiği çoğu merkezde konuşuluyor. Ne yazık ki, Şanghay işbirliği örgütü’nün ABD’ye alternatif olmaya başlaması gerçeğinin örtme gayretine giren “şaşkın ABD” yalpalamalarına ve ABD kaynaklı SOS sinyallerine rağmen; Türkiye’nin dış politikasına yön veren bazı çevreler, ABD’nin “blöf, şantaj ve gözdağlarına” boyun eğerek, Türkiye’nin parçalanmasına seyirci kalmaktadırlar. Aynı şantajın bir benzerini “11 Eylül sabotajıyla” Rusya ile Çin’in öncülük ettikleri Şanghay İşbirliği Örgütü’ne karşı yapan ABD, bu sebeple oluşan petrol krizlerinin etkisiyle, “artan petrol gelirlerinin sunduğu imkânla” Rusya ile İran’ı yeniden dirilme noktasına taşımıştır. Neticede, Şanghay işbirliği Örgütü, emin adımlarla ileriye doğru yürümekte ve ABD ile Avrupa Birliği (AB)’nin tahtını sallamaktadır. Söz konusu gelişme Türkiye’ye ders olmalı ve çok yönlü dış politik açılımının içerisine Şanghay İşbirliği Örgütü’yle diyalogu da almalıdır diye düşünüyorum.