“Soykırımı Yalanı Ve Şantaj Politikası” Karşısında Türkiye:

 

Türkiye, çöküntü sürecini yaşarken Batılıların ve Rusya’nın oyuncağı haline getirilmiş olan Osmanlı Devleti’nin döküntüleri ve hatta acılarını tıpkı bir kambur gibi taşımaya mahkûm edilmeye çalışılan bir ülke konumundadır. Hâlihazırda dayatılmakta ve yaşatılmakta olan Ermeni soykırımı yalanı; Irak’ta, Filistin’de, Sudan’da, Yemen’de, Azerbaycan’da ve bilumum Osmanlı coğrafyasında yaşanmakta olan sorunların Türkiye’ye çıkarılan faturalarının “daha flaş” bir benzeridir sadece. Eğer dikkatli davranılmaz ve gereken köklü tedbirler alınmazsa şayet, “yeri ve zamanı geldiğinde” diğerleri de belirgin bir biçimde önümüze koyulacaktır. Öyle ise, ABD’deki Yahudi Lobilerinin Türkiye’yi köşeye sıkıştırma ve sinsi emellerine alet etme amaçlı “şantaj” politikalarını ciddi bir fırsat olarak değerlendirerek, gerçekçi açılım ve hamleler yapılmalıdır.

 

Eylül ayında ABD Temsilciler Meclisi’nde oylanacak olan sözde “soykırım yasa tasarısı” sebebiyle yaşanmakta olan “sözde soykırım” yaygarası ve bu atmosferle bağlantılı olarak, ABD’deki Yahudi lobilerinin “ilk defa” Türkiye’nin tezlerine aykırı olarak “sözde soykırımı tanıyacakları” yönünde fikir değiştirmeleri karşısında Türkiye, herkesi şaşırtacak bir beceri, değişim ve yaklaşımla “ezberleri bozarak” alışkanlıkları tamamen ortadan kaldırmalıdır. Böylece, sadece ABD-İsrail-Avrupa Birliği (AB) mihverinin değişik gerekçelerle Türkiye’yi baskı altında tutma alışkanlıklarının ortadan kaldırılması değil, aynı zamanda “Osmanlı mirası kaynaklı” diğer bütün muhtemel baskıların tamamen bertaraf edilmesine yarayacak farklı bir açılım biçimi geliştirilmiş olacaktır. Dolayısıyla, Türkiye’yi hizaya getirmeye çalışan odaklarla bağlantılı olarak Ermenilerin dillendirdikleri “soykırım yalanı” ve Yahudilerin kullandıkları “şantaj politikası” bir fırsat olarak değerlendirilerek, süreç tamamen Türkiye’nin menfaat, tez ve politikaları lehine kullanılmış olacaktır.

 

Bugün için “Ermeni soykırımı yalanı” oldukça dikkat çekici ve gündem oluşturucu bir yapıya sahip olduğu için, Türkiye’nin içerisinde kaşınmaya çalışılan ve dışarısında deşilmeye çalışılan diğer konular “rutin hazırlık ve geçiş süreçleri”ne bırakılmış durumdadır. Hiç kuşkusuz ki, zamanı geldiğinde, “domino etkisi ve zincirleme tepkisi” devreye girdirilmişçesine Türkiye’yi, sorun yığınları çevreleyecektir. Mesela bugün, ABD’deki Yahudi lobileri nasıl bu “soykırım yalanı” üzerinden Türkiye’ye şantaj yaparak onu kendi politikaları istikametinde sürüklemeye çalışıyorlarsa; işte, yarın diğer sorunların ortaya çıkarılması halinde, mutlaka benzer “fırsatçı ve şantajcı” davranışlar sergilenebilecektir.

 

O nedenle, köklü devlet geleneğine ve kapsamlı yakın tarih deneyimine sahip olan Türkiye; sözde Ermeni soykırım iddiaları ile Yahudi örgütlerin şantajlarına karşı “model hamle ve örnek kampanya” anlayışı çerçevesinde ciddi bir çalışma başlatarak, “bir çıkış, pir çıkış” sloganıyla, belki somut olarak sadece “soykırım yalanı” tamamen bertaraf edilecek ama, muhtemel diğer sorun ve dayatma yaklaşımlarına karşı bütün kapıları kapatmalıdır. Bunun yolu şudur: Türkiye’nin gerçek anlamda köşeye sıkıştırıldığı zannedilen “Ermeni soykırım yalanı” ve ABD’deki Yahudi Lobisi’nin “şantaj, dayatma ve pazarlık kokan” aleyhte çıkışı bir fırsat olarak kabul edilerek, “özgün, bağlantısız ve bağımsız bir küresel karşı atak” gerçekleştirilmelidir. Hiç kimsenin endişesi olmasın ki Türkiye’nin jeopolitik gücü, jeokültürel bağlantıları, siyasi birikimi, imajı ve yeteneği bu gibi özgün ve bağımsız çıkışları gerçekleştirilmesi için yeterlidir. Eğer, söz konusu bağımsız politik açılımlar gerçekleştirilebilirse; bu sayede Türkiye, gerçekte Sevr Antlaşması’nı canlandırma amaçlı bu gibi iç ve dış kaynaklı bütün oyunların bozulması yönünde vurucu ve sonuç alıcı bir çıkış yapmış olacaktır.

 

Açıkçası bu zamana kadarki Türk dış politikası, “1923–1938 ve kısmen 2003–2006 yılları arasındaki uygulamalar” hariç tutulacak olursa, “Sevr sendromu ve yenilmez Batı imajı takıntısı” çerçevesinde yürütüldüğü için, Türkiye’nin önüne çıkarılan yapmacık ve hayali sorunlar bile “ABD’den icazet ve Batılı baskı gruplarından da destek” talep edilerek halledilmeye çalışılmıştır. Bu sebeple Türkiye, 19.yüzyılda Osmanlı Devleti’nin nasıl Avrupa’ya bağımlı hale gelmişse, 1945 yılında sonra tamamen ABD’ye bağımlı hale gelmiştir. Zaten bu nedenle Türk tarihinin son üç asırlık geçmişinde yaşanan sorunların neredeyse tamamının arkasında Batılı ülkeler ile Rusya olmuştur.

 

Bu üzüntü verici acı gerçekten hareket edersek; Türkiye’nin, hâlen ve muhtemel sorunlar karşısında, daha fazla Batıya ve Batıyla bağlantılı odakların yakacakları yeşil ışık ve verecekleri desteğe bağımlı olmamak için derhal kendini yenilemelidir. Bu demek değildir ki Türkiye, tamamen ABD-İsrail-AB mihverinden kopsun. Pek tabii olarak Türkiye’nin, üç asırdan beri “bütün kurumlarıyla” iç içe olduğu Batı ve altı asırdır koruduğu Yahudilerle var olan ilişkilerini “akılcı ve ölçülü” bir biçimde sürdürmesi, “uluslar arası ilişkilerin mantığı ve diplomasi geleneğinin terbiyesi” bağlamında, herkesin menfaatinedir. Ancak, karşılıklı ilişkilerin geldiği nokta, karşı tarafın hep kendine yontma anlayışı ve Türkiye’nin sahip olduğu avantajlı pozisyon dikkate alındığında; “bağımlı ve bağlantılı” dış politika anlayışının derhal terk edilerek, yerine “özgür ve özgün“ bir uluslararası politikanın benimsenmesi daha mantıklı duruyor.

 

Aslında, Türkiye ile söz konusu üçlü mihver arasındaki “senli benli ilişki” mekanizmaları, Türkiye’nin “özgür ve özgün” çıkışlar yapması için çok büyük fırsat, ortam ve altyapı sunmaktadır. Çünkü her iki taraf birbirlerini çok iyi tanımakta ve ikili ilişkilerin sürdürülmesinin ne derece “olmazsa olmaz” olduğunu çok iyi bilmektedirler. Dolayısıyla, Türkiye’nin haklı gerekçeler ve ikna edici projelerle “özgün, özgür ve aykırı” çıkışlar yapması halinde, ABD-İsrail-AB mihveri “ciddi tepkiler gösterseler bile” kolaylıkla Türkiye’yi gözden çıkaramayacaklardır. Tabii ki, bu tarz bir çıkış yaparken Türkiye, “ticarette siyaset, siyasette de merhamet olmaz” anlayışını kesinlikle gözardı etmemelidir. Bu ilke dikkate alındığı sürece; üçlü mihverle aşık atan ve onların oyunlarına karşı hamle yapan bir Türkiye, hiçbir zaman İran ya da Irak’la aynı konumda değerlendirilmeyecektir. Çünkü NATO üyesi, AB üye adayı ve Batılı tüm uluslar arası örgütlerin üyesi konumundaki Türkiye, gerçekten üçlü mihverin kalbinde ve zihninde gerçek anlamda bir güven oluşturmuştur.

 

Öte yandan, ABD-İsrail-AB mihveri, her zaman Türkiye’nin jeopolitik, jeostratejik ve jeokültürel konumlarının her birisine ihtiyaç duymaktadırlar. Şayet Türkiye, arzu etmediği bir gelişme veya endişe ettiği bir durumla karşılaşması halinde, “mâkul gerekçeler ve münasip bir dille” ortaya çıkarsa rahatlıkla üçlü mihveri geri adım atmaya zorlayabilecektir. Öyle ise Türkiye, “haklı gerekçelerini” ortaya koyması ve bunu uygun bir şekilde dünya kamuoyuna afişe etmesi halinde; başta sözde Ermeni soykırım yalanı ve Yahudi lobi şantajı olmak üzere, rahatsız olduğu her hususta rahatlıkla bağımsız çıkışlar yapabilme şansına sahiptir diyebiliriz. İşte, yeri gelmişken bu imkân ve fırsatlar çok iyi bir şekilde değerlendirilmelidir.

 

Kuşkusuz, uluslar arası ilişkilerde ebedi dostluk ve düşmanlıklar olmadığı gibi, duygusallık ve heyecana da yer yoktur. O nedenle, Türkiye’nin vazgeçilmezliği ve müttefikliği gibi ayrıcalıklı konumları bile yerine göre ikinci plana itilmeli; muhatapları caydırmaya yarayacak ve hatta istenmeyen karşılaşmalar yaşanması halinde başarılı olunmasında etkili olacak daha farklı tedbirler almadan hiçbir aşırı çıkışa yönelinmemelidir. O sebeple, kırmızıçizgilerinizin geçilmesini ve yadsınamaz hedeflerinizin engellenmesini istemiyorsanız; mutlaka “her ihtimali ve hayal edilmezleri bile” öngörerek gerekli hazırlıkları yapmanız gerekmektedir.

 

O halde, “sözde Ermeni soykırımı” iddiaları ile ABD’deki güçlü Yahudi lobilerinin şantajları ve akabinden pişmanlık beyanlarında bulunmaları başta olmak üzere, Türkiye’nin endişe ve menfaatleri için yapılacak her türlü aykırı girişim öncesinde, üçlü mihverin “bizi gözden çıkaramayacağı” önsezisi bir tarafa bırakılarak, mutlaka her türlü tedbirler alınmalıdır. Hakikaten, önümüzde canlı olarak duran “Saddam Hüseyin ve Irak” gerçeği dururken, “üçlü mihverin Türkiyesiz yapamayacağını” hesaba katarak “aykırı duruş” sergilemek hiçbir zaman doğru bir davranış kalıbı olmayacaktır. Ancak, “özgür, özgün ve aykırı çıkışlar” sergilerken, üçlü mihver ile sıcak diyalogları sürdürebilmek ve duygusal davranışlar göstermemek için, “Türkiye’nin kolaylıkla gözden çıkarılamayacağı” tezi de tabii ki bir sübap olarak sürekli hafızalarda canlı tutulmalıdır.