ABD-AB-İsrail Mihveri ile Kaddafi Libya’sı Arasındaki İlişkilerin Analizi:
İslam dünyasının en kontrolsüz ve anlaşılmaz liderlerinden birisi Saddam Hüseyin ise, ikincisi de Libya Lideri Muammer Kaddafi’dir. Bu gibi kişilerin, kontrolden çıkmaları ya da başkasının kontrolüne girmeleri halinde, her türlü ayak oyununda başaktör rolüne soyunmaları muhtemeldir. Bu bağlamda Saddam Hüseyin’in, Batılıların isteklerine uygun olarak, 1980’li yıllar boyunca İran ile giriştiği “yıpratma savaşı” ve sonrasında, yine Batılıların yanlış yönlendirmelerine alet olarak, Kuveyt’i işgal ederek bütün Ortadoğu’nun ABD-İsrail-AB mihverinin neoemperyalizm alanına dönüştürülmesine zemin hazırlaması önümüzde duran en acıklı canlı misaldir. Üzülerek belirtmek isterim ki, nasıl ki Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)’nin hazırlanmasına zemin hazırlayan “bahane” unsurlardan birisi Saddam Hüseyin idiyse; bu projenin uygulama aşamasına getirilmesine sebep olacak etkenlerin başında ise Muammer Kaddafi’nin geldiğini düşünüyorum. 2003 yılından buyana geliştirilmekte olan Libya-ABD ilişkilerinin aydınlanmayan perde arkası üzerinde uzun zamandan beri düşünmem ve özellikle Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin son aylarda verdiği açıklardan yola çıkarak, üçlü mihverin, Kaddafi üzerinden ciddi hamleler peşinde koşmakta oldukları kanaati bende hâsıl oldu.
New York’taki “ikiz kuleler” saldırı ya da komplosunun gerçekleştirildiği 11 Eylül 2001 tarihinden sonra ABD’nin Afganistan’ı işgali ve arkasından Irak’ı işgal hazırlıklarına girişmesiyle birlikte; Libya Lideri Kaddafi, sıranın kendisine gelmekte olduğunu öngörerek 2003 yılından itibaren, ABD-İsrail-AB mihverinin bütün isteklerine boyun sunacağı kararını uygun bir lisan ve yolla ilgililere iletmişti. Libya ile ABD arasında daha önce yaşanan gizli savaş bağlamında düşünülecek olursa, her iki aktörün birbirlerine güvenmelerinin akıldışı olacağı yaygın kanaatine rağmen; Libya Lideri Kaddafi, bütün riskleri göz önüne alarak bir kumar oynadı ve üçlü mihverin saldırı ihtimallerini gözardı ederek, istenen her şeyi derhal yerine getirdi. Pek tabii olarak, “salam taktiği” uygulayan ABD, “nükleer programlarını durduran, kitle imha silahlarından kendini arındırma çalışmalarına başlayan ve Batılıların anladığı biçimde terörizme verdiği desteği kesen” Kaddafi Libyası’na şaşırtıcı derecede sıcak mesajlar göndermeye başladı ve “şimdilik” kaydıyla Libya ile olan düşmanlığını rafa kaldırdı. Açıkçası, Ortadoğu coğrafyasında onca “belalı” varken, kendiliğinden saf değiştiren Kaddafi ile düşmanlığı sürdürmek üçlü mihverin de işine gelmiyordu.
Aslında, derin korkulara kapılması nedeniyle “her türlü talimata hazır olduğu sinyalleri veren” Ortadoğu’nun “ikinci Saddamı” konumundaki Kaddafi’yi “maşa” olarak kullanma imkânı varken, bir çırpıda harcamak ABD ve İsrail için büyük hata olurdu. Onlar da, bunun bilincinde olarak, dört yıldan buyana dikkatli bir şekilde “Ortadoğu’nun bu hayalperest ve korkak fedaisini” en iyi bir şekilde kullanmanın koşullarını oluşturmaya çalışıyorlar. Libya’nın sunduğu iktisadi imkânlar ve Batılı çıkarları tehdit etmekten vazgeçmesi üzerine bina edildiği dillendirilen bu iyi ilişkilerin görünürdeki sebepleri yerine, Kaddafi’nin kullanılmak istenmesi gibi “gizli ajanda”vari değerlendirmeler epeyce rahatsızlık oluşturmaktadır. Gerçekten, Saddam vasıtasıyla Ortadoğu’nun başına açılan gaileler dikkate alındığında; söz konusu olan bütün İslam dünyasının kaderi ise eğer, “ikinci Saddam” konumundaki Kaddafi’nin kullanılması hususu üzerinde epeyce durup düşünmek ve acil tedbirleri almak bütün İslam ülkelerinin boynunun borcudur. Dolayısıyla; “ikinci Saddam” konumundaki Kaddafi’nin her davranışı mutlaka mercek altına alınmalıdır.
Kuşkusuz, mevcut olumlu haliyle seyretmesi halinde; Muammer Kaddafi ile Batı dünyası arasındaki iyi ilişkiler bütün insanlığın hayrına bir gelişme olarak kabul edilmelidir. Ancak, Büyük Ortadoğu Projesi vesilesiyle neredeyse bütün İslam coğrafyasını parçalara ayırarak parselleme peşinde koşan üçlü mihverin, bu uğurda Kaddafi’yi “maşa” olarak kullanmaya kalkışma ihtimalleri dikkate alınınca; Kaddafi Libyası ile ABD-İsrail-AB mihveri arasında hızla gelişen “sürpriz” iyi ilişkilerin mutlaka bütün yönleriyle mercek altına alınarak incelenip izlenmesi büyük önem arz etmektedir. Umulur ki, Kaddafi gerçekten değişmiş ve soğuk savaş dönemi dünya sisteminin “ikili denge koşulları”nın postmodern küresel dönemde geçerli olmadığı gerçeğini kavramış olduğu için Batılılarla iyi ilişkileri denemekte olsun. Aksi halde mutlaka, İslam dünyasının geleceğinin karartılmasında kullanılacak “serseri bir mayın” hüviyetinde değerlendirilerek derhal acil tedbirler alınmalıdır.
Kaddafi Libya’sı ile ABD-İsrail-AB mihveri arasındaki ilişkilerin kontrol altında tutulması aslında sadece İslam dünyası için değil, aynı şekilde hem üçlü mihver için ve hem de bütün insanlık için büyük faydalar sağlayacaktır. Özellikle mesela, “arz-ı mev’ud = vaat edilmiş topraklar” inancına dayanarak “Büyük İsrail” hayaline kapılan dünya Yahudilerinin BOP üzerinden kurguladıkları gelecek için “Kaddafi Bombası”nı kullanma hesabı güdüyorlarsa; muhtemeldir ki bu durum, İsrail Devleti’nin bile tamamen ortadan kalkmasına yol açabilir. Dolayısıyla, Kaddafi ile üçlü mihver arasındaki ilişkilerin hayalperestlik yönüne kaymasına engel olmak sadece Müslüman halkların değil, aynı şekilde Yahudilerin de lehine olacaktır. Öte yandan, tıpkı 1979’da Afganistan’ı işgal eden Sovyetler Birliği (SSCB)’nin orada yenilmesi ve altına girmiş olduğu büyük külfetler sebebiyle “çöküş süreci”nin hızlanması gibi; şayet ABD, “ikinci Saddam” rolündeki Kaddafi üzerinden “BOP bağlamında” herhangi bir maceraya girecek olursa, mevcut kötüye gidişini durdurma yerine, daha da hızlı bir şekilde dağılmak durumunda kalacaktır. Benzer bir kötü akıbet, Avrupa Birliği (AB)’nin “birleşik devlet” hayalinin tamamen bitmesi noktasında da yaşanabilir. O nedenle, Büyük Ortadoğu Projesi’nin “belirleyici gizli taşı” konumunda görülen Kaddafi Libyası’nın üçlü mihver tarafından kullanılmaması için aklı başındaki bütün lider, aydın ve aktörlerin derhal harekete geçmeleri zorunludur.
Tabii ki Batılıların, Libya ile iyi ilişkiler içerisine girmelerinin görünürde çok sayıda haklı, hoş görülebilir ve desteklenmeye değer gerekçeleri vardır. Ancak, bu bölge insanının bin yılı aşkın “haçlı taarruzu” ve üç asırlık “emperyal modernite” deneyimleri bağlamında mevcut işgal politikalarının acılarını kılcal damarlarında bile kıvranarak hissettiği dikkate alınırsa; “rüyalarında görseler bile inanmayacakları” Kaddafi Libya’sı ile ABD arasındaki dostluk ilişkilerinden kuşkulanmaları çok doğal karşılanmalıdır. İşte bu sebeple, meselenin bu yönü üzerinde özellikle durulması gerekmektedir. O nedenle, Libya ile ABD-İsrail-AB arasında geliştirilmeye çalışılan iyi ilişkilerin “perde arkası” ne derece önemli ise, görünür sebep ve sonuçları da o derece önemli addedilerek takibat altına alınmalıdır. Pek tabii olarak, bu “karanlık ilişkilerin” Türkiye’ye bakan yönü ise ayrıca bir önem arz etmektedir. Bu gereklilik, önem ve hassasiyetten hareketle; Kaddafi Libyası ile Sarkozy’li ABD-İsrail-AB mihveri arasındaki “sürpriz ve karanlık” iyi ilişkilerden “üçlü mihverin” umduğu faydaları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Muammer Kaddafi gibi bir “serseri mayın” kontrol altında tutularak, Büyük Ortadoğu Projesi’ne karşı oluşturulması muhtemel organizeli kalkışma hareketlerine karşı vereceği “heyecanlı ve tetikleyici destek” bertaraf edilmeye çalışılmaktadır. Zira eğer Kaddafi riske girmeyi kafasına koyarsa, üçlü mihverin BOP girişimini epeyce aşındıracağı üçlü mihver tarafından da kabul edilmektedir.
2. Nükleer teknolojinin kontrolsüz bir biçimde bütün Ortadoğu ülkelerinde yayılmakta olduğu ve hatta gizli ittifaklara girişilmeye çalışıldığı gerçeğinden hareketle; kontrollü bir biçimde, “Arap ülkelerinin barışçıl amaçlı nükleer teknoloji geliştirmelerine destek” vermeye ve bu gelişmeyi Kaddafi üzerinden denetlemeye çalışmaktadırlar. Açıkçası, tabir caizse, “hırsızı, malzemenin başına bekçi tayin ederek” süreci kontrol etmek istiyorlar. Aksi halde, nükleer başta olmak üzere, kitle imha silahlarının Ortadoğu ülkelerinde yayılması hususunda Kaddafi her türlü aşırılığın başını çekecektir.
3. ABD-İsrail-AB mihverinin, “Irak ve Lübnan” üzerinden bütün İslam dünyasına yaymaya çalıştıkları Şii-Sünni çatışmalarında yaşadıkları başarısızlığı, eninde sonunda Kaddafi vasıtasıyla yeniden deneme hesapları yapmaktadırlar. Bu amaca hizmet etmek üzere, “Körfez Ülkeleri” ciddi anlamda silahlandırılmaya çalışılmaktadır. Açıkçası, Saddam Hüseyin vasıtasıyla 1980’li yıllar boyunca tezgâhlanan İran-Irak savaşının ikinci versiyonu bu defa, Muammer Kaddafi önderliğinde ve diğer Sünni Arapların desteğinde “Şii-Sünni kamplaşması” şeklinde tezgâhlanacaktır.
4. Soğuk savaş yıllarında, sosyalist Kaddafi vasıtasıyla, bütün Arap Devletleri üzerinde kök salan “sosyalizm ve SSCB sempatisi” dikkate alındığında; yeni dönemde, “laikçi Kaddafi” vasıtasıyla, aşamalı olarak bütün Arap Devletlerinde “laisizm ve Batı sempatisi” oluşturma hedefi güdülmektedir. Böylece, BOP vasıtasıyla devreye girdirilmeye çalışılan neoemperyalizme karşı oluşmakta olan radikal kalkışma, tepki ve girişimlere karşı bir aşındırma cephesi oluşturulmuş olacaktır.
5. Temelde İsrail’in çıkarlarına ve dünya Yahudilerinin “Büyük İsrail” hayallerine hizmet edecek olan, “Yahudi kökenli” Fransa Cumhurbaşkanı Nicholas Sarkozy’nin son aylarda dillendirdiği, Akdeniz Birliği Projesi’ne doğrudan destek sağlamak amacıyla Kaddafi’ye yakın durulmaktadır. Unutulmamalıdır ki söz konusu proje, asırlık bir fikre dayanmakla birlikte; 11 Eylül sürecinden sonra somutlaştırılmaya karar verildi ve şimdilerde ise, bir Macar Yahudi’si olan Sarkozy tarafından daha destekli bir şekilde ortaya koyuldu. Sarkozy’nin, bu projeyi keskin bir şekilde dillendirmesinden sonra, Kaddafi ile yakın ilişkilerine hız vermesi, meselenin bu yönüne ışık tutmaktadır.
6. Libya'nın, 2003 yılında, kitle imha silahlarından kendini arındırmaya başlaması; nükleer programını durdurması; terörizme verdiği desteği kesmesi ve bu konuda kararlı olduğunu “ikna edici” bir dille izah etmesi sebebiyle üçlü mihver, “şimdilik” kaydıyla, bu jestleri olumlu karşılayarak “Ortadoğu’daki halklara” gülücük dağıtmaya çalışmışlardır. Aslında, bu tavırlarıyla, Irak ve Afganistan’ı işgallerine belli bir meşruiyet kazandırmaya çalışmışlardır. Verilen mesaja göre; eğer, Kaddafi’nin tuttuğu “uyumlu yol” takip edilecek olursa, işgal niyetlerinin olmadığı; dolayısıyla Irak’ı işgale mecbur edildikleri fikri temellendiriliyordu.
7. Son haftalarda Sarkozy’nin verdiği mesajlarla da örtüştüğü üzere; küresel ısınmanın da hızlandırmakta olduğu “su kıtlığı” sorununun “deniz suyundan içme suyu elde etme” girişimlerini zorunlu kıldığı bir dönemde “nükleer reaktörlerin zorunlu bir ihtiyaç haline gelmeye başlamaları” ve “geleceğin enerji kaynağı konumundaki nükleer güçten Arapları geri bırakma girişimlerinin, icabında medeniyetler çatışmasına bile neden olabileceği” gerçeklerinden hareketle; süreç, barışçı amaçlarla olmak üzere, Kaddafi üzerinden ‘kontrollü bir şekilde’ serbest bırakılmaya çalışılmaktadır. Pek tabii olarak, çeşitli antlaşmalarla, ipler tamamen Batılıların kontrolü altına alınmaya çalışılmaktadır. Mesela, “deniz suyundan içme suyu elde etmek amacıyla nükleer reaktör geliştirmesi için önceki gün ziyarette bulunduğu Libya'yla yardım anlaşması yapan Sarkozy”nin bu hamlesi, bu kontrol bağlamında değerlendirilebilir.
8. Libya Lideri Kaddafi’nin ürkek, teslimiyetçi ve ılımlı yaklaşımları fırsat olarak değerlendirilerek; Libya’nın zengin enerji kaynakları “savaş riskine girilmeden” ele geçirilmeye çalışılmaktadır. Doğrusu, öteden beri Batılı şirketlerin iştahını kabartan Libya piyasası, Kaddafi’nin uyumsuz ve meydan okur tavrı sebebiyle bir türlü ele geçirilemiyordu. Hâlbuki 11 Eylül süreci sayesinde, petrol zengini Libya’nın kapıları yabancı yatırımcılara açılmış oldu. Dolayısıyla, Irak’ta girilen büyük risk ve göğüslenilen büyük külfetler karşılığında elde edilen imkân ve güç, Libya’da sadece bir tehdit ve gözdağıyla elde edilmeye çalışılmaktadır.
9. Avrupa'da hızla artan bir Müslüman nüfus ve yayılan İslamofobi “tehlike ve tehdidi” karşısında Libya, AB’ye üyelik peşinde koşan Türkiye’nin dışında, hem Arap ülkeleri, hem Avrupa’daki Müslüman halklar ve hem de bütün “İslamcı radikalizm” unsurlarının önüne sürebilecekleri bir “model ülke” olarak dizayn edilmeye çalışılmaktadır. Kuşkusuz bu sayede, Kaddafi gibi bir “asi ve radikal” bu derece dönüş sağlıyorsa, bunda bir “hikmet” aranması gerektiği ve bu yumuşama arayışının mutlaka “denenmeye değer” olduğu havası daha rahat yayılabilmektedir. Böylece, “yapısı gereği radikal ve başkaldırıcı” özelliğe sahip olan İran öncülüğündeki Şii bloğa karşı kullanılabilecek, Libya önderliğinde, Sünni bir bloğun inşasına da zemin hazırlanmış olacaktır.
AB-Uluslararası İlişkiler Uzmanı Ve Siyaset Bilimi Doktoru