Can yakan hatıralarla dolu bir hafta bu. Dünya Ticaret Merkezi’nin ikiz kulelerinin çöktüğü 10 yıl önceki malum güne dair hikâyeler derin bir acıyla kaplı. O sabah olan bitenlerin muazzamlığı karşısında nutku tutulmuş insanların şaşkınlık dolu seslerini dinlemek, bugün de en az kaydedildiği gün kadar zor. Ve aradan on yıl geçti. ABD topraklarındaki en vahim terör eylemini tertipleyen Usame bin Ladin’in ölümüyle defter kapanmış oldu mu? Kızı Suria kuzey kulesinin 105. katında olan Alex Clarke gibiler için kapanmadı. On yıllık uzaklığa rağmen acıları sürüyor.
O gün ölen 2,977 kurban ve 19 hava korsanı, 11 Eylül saldırılarının doğrudan sonucu mahiyetinde, yüz binlerce insanın öleceği bir terörle savaş sürecinin sadece başlangıcıydı. Amerika ve ABD askeri aygıtı, bir Afgan mağarasındaki adamın peşine takılıp, Cenevre sözleşmeleri hükümlerine, BM kararlarının meşruiyetine veya diğer ülkelerin egemenliğine bakmaksızın Afganistan’a, Pakistan ve Irak’ın aşiret bölgelerine taşındı ve hâlâ da oralarda.

Savaş sebebi değil, suç
İnsansız savaş uçaklarının uçuş rotası kelimelerle belirlendi. 11 Eylül, Timothy McVeigh’in 1995’te Oklahoma City’de düzenlediği bombalı saldırı tarzı bir terör eylemi olarak görülmedi; bir savaş sebebi diye nitelendi. Düşman, bir mağaradaki bir grup cihatçıdan daha büyük, daha örgütlü, daha donanımlı olmalıydı. Düşman, mekanize ve onlara destek vermek için bekleyen rejimler tarafından saklanmış kitle imha silahlarının bulunduğu yerlerde konuşlanmış olmalıydı. Ve Bin Ladin açıkça üç talep öne sürse de, düşmanla müzakere edilemezdi. Kaide’nin kullandığı araçların nihilizminin ve saldırıların insani bedeline yönelik kayıtsızlığının, onları siyaset alanının dışında bıraktığına inanıldı.
Eski MI5 şefi Leydi Eliza Manningham-Buller’ın 10 yıl önce Tony Blair’e ne denmesi gerektiğine dair sözleri, bugün kulağa ne kadar farklı geliyor: 11 Eylül bir savaş sebebi değil, bir suçtu; diğerlerinden niteliğiyle değil, ölçeği ve cüreti itibariyle ayrılıyordu. 11 Eylül sonrası ahlaki kesinliklere dayalı bir ‘iyiler-kötüler’ dünyası yaratan Blair, terörle savaşın henüz bitmediği ve hayat tarzımıza yönelik İslami aşırılıkçılık tehdidinin sürdüğü uyarısında bulunurken hâlâ nasıl ölümü çağrıştırıyor. George W. Bush özgürlük kelimesini kullanıyordu, fakat her ikisi de sistemik bir tehdit oluşturan muadil bir düşmanı ima ediyordu. 11 Eylül’ün 10. yılı vesilesiyle verdiği bir röportajda Blair, İran’da rejim değişikliği çağrısında bulundu. Tekrar tekrar Blair’in ABD öncülüğündeki 2003 Irak işgalinin Britanya ve ABD’de kendi bağrından doğan terörizmi ateşleyeceği uyarılarını nasıl hafife aldığını söyleyen Leydi Manningham-Buller’ın sesi, bugün kulağa daha akılcı geliyor.

Kaybedilen on yıl
11 Eylül saldırılarından sonra Afganistan’ı işgal etme çağrılarına hiçbir ABD başkanının direnmesi mümkün değildi belki, fakat Irak işgali hem Bin Ladin’in ABD ordusunu kendisini kurtaramayacağı bir dizi bölgesel bataklığa çekme stratejisi açısından muazzam bir başarı hem de liberal müdahaleciliğin en uç noktasıydı. Irak işgalinden önce Kaide, ipin ucundaydı. Müttefiki olan Taliban, Afganistan’dan sökülüp atılmıştı ve birçok İslamcı, Bin Ladin’i Taliban’ın yenilgisine sebep olmakla suçluyordu. Irak işgalinden sonraysa dünyanın dört bir yanındaki cihatçılar, yeni bir savaş alanı, yeni bir yüce dava bulmuş oldu.
Peter Bergen ve Paul Cruickshank’ın yaptığı bir çalışma, Irak savaşının yıllık cihatçı saldırılarında yedi kat artışa yol açtığını ortaya koydu. Birliklerin Afganistan’dan Irak’a kaydırılması, Kaide’nin kendisini Pakistan’ın aşiret bölgelerinde yeniden yapılandırmasına imkân tanıdı. Dahası, Irak’taki savaş da sona ermiş değil. Müdahaleci bir miyopluk söz konusu. Herkes Britanya’nın dikkatinin Basra’dan Helmand’a, oradan Libya’ya kaydığını, zira daha önceki müdahalelerle çıkarılan yangının artık söndüğünü, en azından eskisi kadar güçlü yanmadığını sanıyor. Fakat yangın alev alev devam ediyor. Kaide Irak’taki yeni liderini açıkladıktan kısa süre sonra, tek bir ağustos günü zarfında ülke çapında 35 saldırı düzenlendi. Hedef, ABD birliklerinin çekilmesini önlemekti.
Terörle savaşın kayıp on yılı, Irak, Afganistan veya Pakistan’da sona ermediyse, başka yerlerde sona erdiğini neye dayanarak söyleyebiliriz? Kaide zayıflamış olsa da, faaliyetleri hâlâ tehdit teşkil ediyor. Bu noktada da enerji dağılıyor gibi görünüyor. AB’nin istihbarat birimlerinin tahminine göre, 2010’da İslamcı terörizm gerekçesiyle tutuklananların üçte birinden azı belli bir gruba mensup. Geriye dönüp bakıldığında 11 Eylül ve Londra’yla Madrid’deki bombalı saldırılar, Kaide’nin gücünün başlangıcı değil, zirvesi gibi görünüyor.
Bin Ladin’in cihadının Müslüman dünyada bir başarısızlık olduğu tezinin başlıca kanıtı, Arap baharı. 1993’te Dünya Ticaret Merkezi’ne düzenlenen ilk saldırının beyni olan Mısırlı din âlimi Şeyh Ömer Abdülrahman ve Ebu Hamza’nın, Londra’daki taraftarlarına cihadı nasıl açıkladıklarını hatırlasanız yeter. ABD’nin Hüsnü Mübarek’e bayıldığını, çünkü Mısır liderinin aldattığını, çaldığını, tecavüz ettiğini ve rüşvet aldığını, çünkü binlerce Müslüman’ı öldürdüğünü ve binlercesini de hapse attığını söylüyorlardı. Neticede Mübarek’i kim devirdi? Kökleri yerelde olan bir protesto doğrultusunda liberal demokratik hakları savunan laik, sivil bir toplum. İslamcılar, Bin Ali ve Mübarek’in devrilmesinde ve Trablus’un düşmesinde önemli rol oynadı. Müslüman Kardeşler’in önemli birer parçası olduğu devrimlerin ne tür bir Tunus, Mısır veya Libya üreteceği hâlâ belirsiz. Fakat eğer ortaya çok partili bir demokrasi çıkarsa, bu Bin Ladin’in halefi Eymen Zevahiri’nin, memleketi için öngördüğünden farklı bir vizyon olacak.

Çıkarılacak dersler
Peki Amerika ve Britanya on yıllık savaştan ne öğrendi? Hukukun kenara bırakıldığı bir dünyanın hepimizi altına alan ayakları hâlâ duruyor. Batı’daki Müslümanlara hâlâ terörle mücadele merceğinden bakılıyor. İnsansız savaş uçaklarıyla düzenlenen saldırılar, savaşın daimi parçası haline geldi. Guantanamo kampı hâlâ açık. Askeri mahkemeler hâlâ yerli yerinde. Irak’a dair soruşturmalar bitmedi ve Britanya’nın şüphelilere kötü muameledeki rolüne dair soruşturma daha yeni başladı. Bugün Trablus sokaklarında uçuşan CIA fakslarından, Blair’in Kaddafi’yle ortak terörle mücadele operasyonları konusunda el sıkıştığını öğreniyoruz. MI6’nın Kaddafi’nin istihbarat servisleriyle birlikte planladığı bir operasyon çerçevesinde Hong Kong’dan Trablus’a götürülen Libyalı İslamcı Sami Sadi’ye uçakta kendisine elektrik verileceği ve asılacağı söylenmiş. Sonrasında altı yıl tutuklu kalmış, dövülmüş ve elektrik verilmiş.
Acımasız maşalarla birlikte yürütülen bir savaşın sonuçları ve işkencenin kullanılmasını yasaklayan anlaşmalar gereği verdiğimiz taahhütlere kayıtsızlığımız hâlâ sürüyor: 11 Eylül’ü temizlemek, çok daha uzun zaman alacak. (Başyazı,
9 Eylül 2011)

Kaynak: Radikal