Venezüela’daki protestolar, sağ kanat politikacıların sokak eylemlerini seçilmiş hükümeti devirme girişimi adına kullandıkları bir başka tarihi dönemi hatırlatmakta. Aralık 2002’den Şubat 2003’e kadar olan süreçte ülkede, çoğunlukla milli petrol sanayisinde çalışan beyaz yakalı işçilerin ve bazı işletme sahiplerinin başı çektiği grevler söz konusuydu. Amerika medyası, durumu sanki ülkenin neredeyse tamamı hükümete karşı grevdeymiş gibi gösterdi. Gerçek ise, Venezuela’daki toplam iş gücünün yüzde 1’inden daha azının grevde olduğuydu.
Akıllı telefonlar ve sosyal medyanın geçtiğimiz on yılda yaygınlaşması, kameralarla herkes tarafından kolayca kaydedilebilen olayların yanlış yansıtılmasını zorlaştırdı. Buna rağmen, Venezüela’da yaşananlar hala ana akım medya tarafından çarpıtılarak yansıtılmakta. Geçtiğimiz hafta olayların tüm özel televizyon kanallarında yayımlanmasının ardından The New York Times, “Hükümete yönelik eleştirel görüşlere daima yer veren tek yayım kanalı” ifadesiyle başlayan bir yazıyı düzeltip “Hükümete yönelik eleştirilere daima yer veren yayımcı” yapmak zorunda kaldı. Venezüela’da halkın yüzde 90’ından fazlası özel televizyon kanallarını izlemekte. Cartel Center tarafından geçtiğimiz Nisan ayında başkanlık seçimi kampanyalarıyla ilgili yapılan bir araştırma gösterdi ki; mevcut başkan Nicolas Maduro televizyonlarda rakibi Henrique Capriles’e göre yüzde 25 oranında daha fazla yer alıyordu. Ancak bu avantaj, kanalların izleyici oranları dikkate alındığında büyük ölçüde azalıyor ya da ortadan kalkıyordu.
Ülkede gücün suiistimal edilmesine ve hukukun üstünlüğüne dair sorunlar olmasına rağmen, neredeyse tüm dünyada olduğu gibi, Venezüella Batı medyasının büyük bir bölümünün inandırıldığı gibi otoriter bir devlet olmaktan uzak. Muhalif liderler, yaşananları barışçıl protestolara karşı sert müdahalede bulunuluyormuş gibi göstererek, demokratik yollarla seçilmiş mevcut hükümeti devirmeyi amaçlıyorlar. Söz konusu olan, devleti şiddet kullanması konusunda kışkırtan, şiddet içeren alışıla gelmiş bir “rejim değişikliği” stratejisi.
Son resmi veriler, sekiz muhalif protestocunun hayatını kaybettiğini doğruluyor. Ancak ölümlerin, hükümetin muhalif protestolara müdahalesi sonucu olduğunu ispatlayan deliller mevcut değil. Hükümet destekçilerinden hayatını kaybeden en az iki kişi ve iddia edildiğine göre, biri başı kesilmiş olmak üzere, motosikletleriyle ilerlerken protestocular tarafından telle öldürülen iki kişi daha söz konusu. Tutuklananlar içerisinden 55 kişiden 11’i protestolarda suça karıştığı iddia edilen güvenlik görevlileri.
Tabii ki, iki taraftan gelen şiddetin de savunulacak bir tarafı yok. Duruşma öncesi tutukluluk için yasal ve ispatlanabilir nedenler olmadığı takdirde, protestocuların liderleri Leopldo Lopez de dahil, tutuklananlar kefaletle serbest bırakılmalı. Ancak yaşananlara bakılarak, hükümetin barışçıl protestoları bastırmaya çalıştığını öne sürmek zor.
Ülkenim önde gelen muhalif gazetecilerinden Tal Cual gazetesi editörü Teodoro Petkoff’a göre, 1999’dan 2003’e kadar, Venezuelalı muhaliflerin “askeriyenin yönetimi ele geçirme” stratejileri vardı. Bu stratejiye, Nisan 2002’deki askeri darbe girişimi ve ülke ekonomisini alt üst eden, Aralık 2002 – Şubat 2003 tarihleri arasında gerçekleşen, petrol sektörü çalışanlarının ve ticari şirketlerin grevleri de dahildi. Muhalifler, yönetimi elde etmek için sonunda seçimlere yönelmiş olsalar da, yaşananlar birçok demokraside görünen, muhalif partilerin seçilmiş hükümetin meşruluğunu kabul ettiği ve en azından bazı ortak noktalarda iş birliği yaptığı anlayıştan uzaktı.
Venezuela’da yaşanan aşırı kutuplaşmayı pekiştiren en önemli güçlerden biri Amerika hükümeti oldu. Bolivya, Ekvator ve Arjantin örneklerinde olduğu gibi, yenilikçi ekonomik değişiklikler uygulayan diğer sol yönetimlerde de siyasal kutuplaşmalar yaşandığı doğru. Bolivya ve Ekvator’da sağ kanadın istikrarı bozmaya yönelik, şiddet içeren girişimleri söz konusu oldu. Ancak Washington, Venezuela’da söz konusu bir “rejim değişikliğine” diğer Güney Amerika ülkelerinde olduğundan çok daha fazla kendisini adamış durumda. Venezuela’nın dünyadaki en büyük petrol rezervlerine sahip olduğunu dikkate alırsak, bu hiç de şaşırtıcı değil.
Muhalif liderlerin hükümeti devirmek üzere Amerikalı yetkililerle açıkça işbirliği yaptığı ve bunun için hiçbir bedel ödemediği Venezuela, Ukrayna değildir. Amerika, Venezuala’daki muhalefeti tabii ki yatırımlarla destekledi: ABD hükümetinin internette yayımlanan resmi belgelerine bakarak, güncel bütçeden ayrılan 5 milyon $’la birlikte, Venezuela’ya 2000 yılından bu yana toplamda 90 milyon $ tutarında yatırım yapıldığı görülebilir. Muhalif cephenin üzerindeki baskı, taktik ve stratejik telkinler ayrıca etkili olmakta: Washington’ın hükümet devirme konusunda onlarca yıla dayanan bilgi ve tecrübesi söz konusu. Bu, üniversitelerde öğrenilemeyecek türde bir uzmanlık alanı. Daha da önemlisi Amerika, uluslararası medya ve dolayısıyla kamuoyu üzerinde muazzam bir etki gücüne sahip.
John Kerry’nin Nisan ayında tutumunu değiştirip, Venezuela’daki seçim sonuçlarını tanıdıklarını söylemesi, hükümeti tanımama kampanyasının sona erdiği anlamına geliyordu. Ancak muhalefet liderlerinin Amerika hükümetine yakınlığının, 1998’de Hugo Chavez’in seçilmesiyle Güney Amerika’nın “ikinci bağımsızlığı”na öncü olan Venezuela’da bazı bedelleri vardı. Ukrayna gibi bir ülkede, siyasi liderler her zaman Rusya gibi bir gücü ulusal bağımsızlıkları üzerinde tehdit olarak işaret edebilirler. Venezuela muhalefetinin Küba’yı ulusal egemenlik üzerinde bir tehdit unsuru olarak gösterme girişimleri ise ancak gülünç olabilir. Washinton’ın bölgede yitirdiği gücünü yeniden kazanmaya çabaladığı bu günlerde, Venezuela’nın bağımsızlığını tehdit edecek tek güç Amerika’dır.
Petrol işçilerinin grevlerinin üzerinden 11 yıl geçmesine rağmen, ayrışmaya neden olan konularda önemli gelişmeler gerçekleşmedi. Venezuela’da çok açık bir sınıf ayrımı ve muhalefet [genellikle beyazlar] ile hükümet yanlıları kitleler arasında hala fark edilen bir “ırk ayrımı” söz konusu. Sağlanan gelir ve ırkın birbirleriyle ilişkili olduğu bir coğrafya ya da ülkede, bu şaşırtıcı olmasa gerek.
Liderlerden biri bölgedeki anti-emperyalist müttefiklerin tarafındayken, diğerleri Washington ile işbirliği içerisinde. Yaşanan mücadele gösteriyor ki; zorlukla kazanılmış, seçimlere dayalı demokrasi konusunda iki lider [ya da liderlik biçimi] arasında ciddi farklar var. Bu, Güney Amerika için alışılageldik bir sol ve sağ kanat ayrımı.
Muhalefet lideri Henrique Capriles, geçmişte giydiği sağ kanat gömleğini başkanlık seçimleri sürecinde üzerinden çıkartarak ve Chavez’in sosyal programlarını övüp, bunları devam ettirme sözü vererek, bu ayrımı “aşırı makyajla” kapatmayı denedi. Ancak Caprile demokrasi ve seçimler konusunda istikrarlı olmayan tutumu ve Leopoldo Lopez, Maria Corina Machado gibi aşırı sağcılar tarafından arkadan vurulması nedeniyle diyalog tekliflerini reddetti. Son tahlilde, onlar [muhalif liderler] tekrar ve tekrar sosyalizm temelinde siyaset yapan adayları seçen bir ülke için aşırı zengin, elitist ve sağcılar.
2003’e geri dönersek, o gün hükümet -petrol endüstrisini kontrol etmemesi sebebiyle- verdiği sözlerin birçoğunu yerine getiremedi. On yıl sonrasında ise, ülkede yüzde 70’leri bulan aşırı fakirlik ve işsizlik yüzde 50’den daha fazla bir oranda azaltıldı; milyonlarca insan, eskisinden faklı olarak emeklilik hakkı elde etti. Venezuelalıların hemen hiçbiri, son bir buçuk yıldaki yüksek enflasyon ve artan kıtlık nedeniyle tüm bu gelişmeleri çöpe atmaya niyetli değil. Dünya Bankası’na göre, 2012’de Venezuela’da fakirlik yüzde 20 oranında düşüş gösterdi. Bu, tüm Amerika kıtasındaki en yüksek oran. Yaşanan sorunlar ise, insanların halkının standartlarını geride bıraktığımız on yıllarda tüm diğer hükümetlerden daha fazla arttıran yönetimden vazgeçmesine neden olacak kadar ileri gitmedi.
Kaynak:The Guardian
Dünya Bülteni için çeviren: Sedcan Altundal