Türkiye’de dış politika yazmanın kuşkusuz önemli zorlukları var. Öncelikle geçmişin alışkanlıklarını, algılarını terketmek kolay değil. Soğuk Savaş deyip geçiyoruz ama, kimbilir kaç kuşağın zihni bu dönemde yoğruldu. Elbette böyle bir zihin dünyasından, farklı anlama düzeylerine ulaşmak birdenbire olacak iş değil.

Öte yandan, bir de Türkiye’yi kendi sahip oldukları perspektife mahkum olarak tarif edenler ve eğer bunun dışına çıkmaya cüret ederse (!) mahvolur diye tehdit edenler var. Türkiye, ABD’ye rağmen hiçbir şey yapamaz. İsrail’e yan bakarsa mazallah bedelini ağır öder... vs. Buna benzer ve pekçoğu Türkiye’nin yeni dış politikasıyla geçersiz kılınmış tezler.

Bu tezlerin sahiplerine bakarsanız, Türkiye 1 Mart 2003’teki malum tezkereyi Meclis’ten geçiremediği gün, dış politikası kolayca tamir edilemeyecek düzeyde hasar görmüştü. Benzeri değerlendirmeleri Başbakan Erdoğan’ın davos zirve

sindeki çıkışından hemen sonra da dinledik. Ekranda elini kalbinin üzerine koyup ağlaşan birtakım adamlar gördük: ‘Aman Allah’ım, ne oluyor, Türkiye İsrail’e bunu nasıl yapar!’
***

Şu tespite katılıyorum. Türkiye, belki Irak’ın işgaline gereken tepkiyi gösterememiştir. Ama en azından tezkerenin geçmemesiyle ABD’nin cinayetlerine fiilen ortak olmaktan kurtulmuştur. Malum zihniyet, bu tavrı ‘Üç tane Arap sizi alkışlasın diye politika üretilmez’ diye küçümsemiş olsa da, Türkiye bölgesinde müthiş bir itibar elde etmişti.

Başbakan Erdoğan’ın son ABD temasları ve özellikle İran’a yönelik baskılarda Türkiye’nin tutumunu değiştirmeyeceğini bir kez daha ortaya koyması, yukarıda tarif ettiğim

zihniyeti bir kez daha harekete geçirdi. Şimdi de ‘Hadi bakalım, önce Rusya, şimdi de Çin İran’a desteğini geri çekiyor. Bakalım ne yapacaksınız’ diye zil takıp sahneye fırlıyorlar.
Oysa Türkiye çok açık ve anlaşılır bir tezi dile getiriyor: Eğer hedef, nükleer silahlardan arındırılmış bir bölgeyse, buna o bölgede varolan tüm ülkelerin uyması gerekir. Ayrıca bölgenin sağında solunda bunca çatışma yaşanırken, İran’a yönelik baskıların ‘diplomasi’ dışına çıkmasını kabullenmiyor. Bu arada İran’la sınırları olduğunu ve yüzyıllardır barış içinde yaşadığını da ifade ediyor.

Aynı Türkiye, Irak’ta geniş kesimlerin katılımını sağlayacak bir hükümet modelini savunuyor ve irtibatı olan tüm siyasi aktörlerle Ankara-İstanbul hattında görüş

meler yapıyor. Birkaç yazıdır ifade etmeye çalışıyorum. Türkiye’nin kendi bölgesindeki bazı tezleri, İran’la belli düzeyde bir rekabeti gerektiriyor. Ama Türkiye, nükleer gündemle ilgili tartışmalarda komşusuna yönelik savaş çığırtkanlıklarını reddediyor.
***

Başbakan Erdoğan’ın ve toplamda Türkiye’nin ABD’deki tavrının özeti budur.

Peki tüm bunların neresi anlaşılmıyor? Eksikleri olabilir, tartışalım. Ama temelde yanlış olan nedir?

İran’a savaş açılmalı ve Ankara buna gözü kapalı onay mı vermelidir? Bağdat’ın ardından Tahran semalarında savaş uçakları gezsin diye mi politika üretmeliyiz?

Ya da Türkiye, İsrail’in akıl almaz bir ısrarla devam eden uygulamalarını onaylayıp Filistin’e sırtını mı dönmelidir? İsrail, neden eleştirilemez bir ülkedir? Bu ülkeye yönelik en küçük tepki bile ülkemizdeki kimi çevreleri neden bu kadar rahatsız etmektedir?

Bunlara herkesin bir cevabı olabilir. Ama doğrusu Cüneyt Ülsever’in cevabı nedir, gerçekten merak ediyorum.

Kaynak: Star