Bu köşede sıkça dile getirmeye çalıştım. Türkiye’nin kendi etrafındaki ülkelere ya da genel anlamda İslam dünyasına bir ‘model’ olarak gösterilmesine sıcak bakanlardan değilim. Siyasi tecrübenizin ve birikiminizin görece diğerlerinden fazla olması, ‘model’ olmak gibi iddialı bir yaklaşımın altını doldurmuyor.
Şurası çok açık. Türkiye’deki İslami siyasi tecrübe, gerek uluslararası merkezler tarafından, gerekse geniş bir coğrafyada dikkatle ve yakından izleniyor. Milli Nizam Partisi ve Merhum Necmettin Erbakan eliyle başlayan ve farklı isimler altında da olsa siyasi partiler üzerinden devam eden akımın, İslami tecrübenin ana damarı olduğu söylenebilir. Keskin bir kopuş yaşanmış gibi görünse de, Tayyip Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin, bu damardan hala beslendiğini ifade etmek herhalde yanlış olmaz.
Elbette AK Parti tecrübesinin önemli farklılıkları var. Ancak bunu sadece partinin siyasi geçmişi üzerinden tanımlamak imkansız. Şimdilerde Türkiye’de siyaset sahnesini derinden etkileyen farklı dini yapıların oluşturduğu birikimin, büyük resimde nasıl bir yer kapladığını ya da gerçek etki alanını tam olarak kestiremiyoruz. Milli Görüş hareketinin aksine, bu dini yapıların siyaset üzerindeki hesapları, varlıkları, etki alanları, ancak dolaylı yollarla gerçekleştiği için, böyle bir belirsizlikten söz ediyoruz. En azından şimdilik.
***
Bütün bunların gündemle ve dün başladığımız Suriye konusuyla ilgisine gelince. Elbette çok yakın ilgisi var; hatta bunu doğru tarif edemediğimiz için de olup biteni algılamakta zorlanıyoruz.
Üçüncü dönemini yaşayan AK Parti iktidarı, geçmişle kıyaslanırsa İslam dünyasından, oradaki siyasi akımlardan ve değişimlerinden bir hayli haberdar sayılır. Bu kuşkusuz önemli bir avantaj. Sözgelimi şu günlerde sıkça hatırladığımız Hama katliamı, AK Parti’yi yöneten kadronun gençlik döneminde hayli etki uyandıran hadiselerdendir.
Bir ülkeyi yöneten kadronun, o ülkenin değerleriyle barışık olması, dahası bu değerlerin var olduğu geniş bir coğrafyadan haberdar olması, ona başkalarıyla kıyaslanmayacak fırsatlar bahşeder. Suriye’de olaylar başlar, siz en azından orada iktidarın ideolojisinden, muhalefetin sosyolojik yapısından, gelecek tasavvurundan haberdarsanız, olayların önünde yürüme imkanına sahipsiniz demektir.
***
Peki neden tam olarak böyle olmuyor? Başka bir deyişle niçin önümüzde duran zeminleri ve fırsatları değerlendirme konusunda bu denli ağır kalıyoruz. Mesela niçin Suriye Kürtleriyle olan yakınlıklarımız bize stratejik derinlik sağlamak yerine, git gide tehdide dönüşme potansiyeli gösteriyor?
Bunun muhataplarımızla ilgili nedenlerini sayarak kendimizi avutmaktan vazgeçelim. Elbette aradan geçen uzun zaman, yaşananların olumsuz etkileri ve daha pek çok etken, Suriye Kürtlerini ve benzer örnekleri bizden uzaklaştırmış olabilir.
Ama açıkçası sorun bundan ibaret değil. Sorun, bir büyük devlet gibi, medeniyet geleneğine sahip bir kavrayışla hareket etme konusunda gösterdiğimiz tembelliğin, boşvermişliğin ta kendisi.
Türkiye’deki İslami tecrübe, sahip olduğu birikimi sadece siyaset kulvarına boca ederek, tek boyutlu, zayıf ve entelektüel derinlikten yoksun bir gelişim göstermiştir. Şimdilerde bu tecrübeyi zenginleştirdiği iddia edilen dini yapıların ya da akımların da aynı yolu tercih etmesi hazindir.
İşte bu yüzden Suriye için ne yapalım diye sorduğumuzda aklımıza siyasetten öte bir yol gelmiyor. İşte tam da bu yüzden attığımız adımlar cılız oluyor, bir başkasının hamlelerini göğüsleyecek cesamet ve kararlılığı bulamıyoruz.
Üzerinde düşünmeye değmez mi tüm bunlar, ne dersiniz?
Kaynak: Star Gazetesi