Cumhurbaşkanlığı krizi sonrasında Ankara'nın AB'yle üyelik müzakereleri yavaşlayacak. 'Medeniyetler çatışması' senaryosunun ikiyüzlülüğünü ortaya serebilecek Türkiye'nin Batı'dan uzaklaşmasıysa büyük talihsizlik olacak

Türkiye planlanandan dört ay önce genel seçimlere gitme kararıyla, bir sonraki cumhurbaşkanının seçimi nedeniyle bir anayasal krizin patlak vermesinden kıl payı kurtuldu.

Ne var ki ülkenin siyasi istikrarsızlığın eşiğine gelmesi dış politikasını ve uluslararası duruşunu zedeledi.

Fırtınanın merkezindeyse, ılımlı İslamcı AKP'nin lideri Başbakan Erdoğan ve kendisini Atatürk'ün kurduğu laik cumhuriyet geleneğinin muhafızı olarak gören Genelkurmay Başkanı Büyükanıt var.

Erdoğan bahar aylarında başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına geçme yönünde adımlar attığında ordu ve laik partiler derin rahatsızlık beyan etti.
Büyükanıt nisanda yaptığı bir konuşmada, ülkenin yeni cumhurbaşkanının 'sözde değil, özde laik olması' gerektiğini söyledi.

Erdoğan'la birkaç kez konuşma fırsatım oldu; ılımlı ve mantıklı buldum kendisini. Dahası AKP'nin yaygın desteği ve ekonomik büyüme, insan hakları yasaları ve Türkiye'nin Kürt azınlığa davranışında gelişme açılarından hayranlık verici bir sicili var.

Dışişleri Bakanı Gül AB sürecinde çok çaba harcadı. Bu yüzden Erdoğan Gül'ü cumhurbaşkanı adayı gösterdiğinde laik muhalefetin gücü karşısında şaşırdım.

Türkiye karşıtlarına yeni bir bahane

Laik yapıyı savunanlar AKP cumhurbaşkanlığını elde ederse, artık ılımlı politikalar izlemeyeceğini öne sürüyor.

Meclis Başkanı Bülent Arınç gibi koyu dindar ve muhafazakâr AKP'lileri endişeyle işaret ediyorlar.

Genelkurmay sert bir bildiri yayımladı ve Anayasa Mahkemesi ilk tur cumhurbaşkanlığı oylamasının geçersiz olduğuna hükmetti.

Öte yandan Türkiye'nin Kemalist laik geleneğine destek mahiyetinde dev gösteriler düzenlendi. Ve gelinen süreçte Gül adaylığını çekti ve Erdoğan erken seçim çağrısı yaptı.

Bu gelişmeler Washington ve Brüksel'de yakından takip edildi. ABD AB'nin Türkiye'nin üyelik sürecini ileriye taşıması yönünde baskı yapıyordu, fakat Türkiye'nin üyeliği birçok AB ülkesinde çoktandır tartışmalı bir mesele.

Bu tartışma, Türkiye'nin Müslüman kültürü ve büyük nüfusunun yanı sıra, daha fazla genişlemenin Avrupa projesini sulandıracağı yönündeki kaygıları yansıtıyor.

Bugün Türkiye'nin üyelik başvurusuna karşı çıkanlar son gelişmeleri, ülkenin tam üyelik için gereken demokratik standartlardan uzak olduğunu savunma fırsatı gibi görüyor.

Ordunun 1960'tan bu yana dört seçilmiş hükümeti devirdiğine ve siyasetteki uygunsuz rolünün devam ettiğine dikkat çekiyorlar.

Anayasa Mahkemesi'nin kararı ve erken seçim Türk demokrasisinin şimdilik durumu kurtardığı anlamına gelse de, Türkiye'yle AB arasındaki üyelik müzakerelerinin seyri daha da yavaşlayacak gibi görünüyor.

Bu, gerek Türkiye gerekse AB için talihsizlik. Müzakerelerdeki yavaşlama yüzünden Türk siyasetçiler üyelik için gereken reformları sürdürme gücünü daha az bulacak.

Türkiye milliyetçi hassasiyetten mustarip ve aşırılık yanlısı gruplar birçok talihsiz vakaya imza attı; buna azınlıklara yönelik saldırılar ve Nobel ödüllü romancı Orhan Pamuk gibi kültürel şahsiyetlere yönelik tacizler de dahil. Türkiye Avrupa'dan uzaklaşırsa, AB'nin dünya siyasetinde 'yumuşak gücü' başarıyla kullandığı iddiası ciddi bir darbe alacak.

Türkiye sadece hem Balkanlar hem Ortadoğu'da nüfuz sahibi önemli bir NATO üyesi değil, tüm dünya açısından hayati rol oynayan bir ülke. 21. asrın kritik sorularından biri, dünyanın siyasal İslam'la nasıl başa çıkacağı olacak.

Radikal İslamcılar ve bazı Batılılar için İslam'ın yükselişi 'medeniyetler çatışması'nın sahnesini hazırlıyor; bunu, daha büyük bir Müslüman kitleden yandaş bulmalarına imkân verecek kutuplaştırıcı bir araç mahiyetinde memnuniyetle karşılıyorlar.

Fakat Türkiye, liberal demokrasiyle İslam'ın uyuşabileceğini kanıtlayarak bu senaryonun ikiyüzlülüğünü gösterme potansiyeline sahip.

Irak işgali de demokrasiye zarar verdi

Ne yazık ki Bush yönetimindeki yeni muhafazakârlar bunu unuttu. Onlar Irak işgali ve ülkenin Saddam Hüseyin'den kurtuluşunun, Ortadoğu'yu dönüştürecek bir demokratikleşme dalgası açısından bir örnek oluşturacağını sanıyordu.

Fakat bunun yerine yarattıkları şey, liberal kurumların yokluğunda, bir Sünni tiranlığının yerine Şii tiranlığının geçmesi ve Irak'ın mezhep temelli iç savaşa sürüklenmesi oldu.

Irak işgali, hem ekonomik açıdan hem de Kuzey Irak'ta faaliyet gösteren PKK'nın üslerini güçlendirmesine neden olarak Türkiye'ye de zarar verdi. Sonuç, Türk siyasetindeki Amerikan karşıtlığında dramatik bir yükseliş.

Yeni muhafazakârlar bunu yapmak yerine Türkiye'deki yumuşak gücün sağlamlaştırılmasına odaklansaydı, Ortadoğu'da demokrasi davasını ileriye taşımak için çok daha fazlasını yapmış olurdu.