Çocukluk yıllarım Urfa ve Doğubeyazıt'ta geçti. Babam askerdi ve bir türlü lojmanda oturma şansı olmadığı için o yıllarımda Kürtlerle ve Araplarla iç içe yaşadım.
Yazları İzmir'e gittiğimde Değirmendağı'nda bana ''Kıro'' diye seslenirlerdi, çünkü bizim mahallede herkesin bir takma adı vardı, lambada, peruk, fidan, koten gibi.
Ben Türkiye'nin Öteki tarafından geldiğim ve türkçeyi farklı bir aksanla konuştuğum için Kıro'ydum.
Henüz Doğu'dan Batı'ya, özellikle İzmir'e göçün hızlanmadığı, Kürt'ün siyasi olarak farklı bir kimlik kazanmadığı yıllardı.
Ne Diyarbakır cezaevi, ne PKK vardı ortada.
Ancak yine de gerek Doğubeyazıt'ta, gerek Urfa'da dışarıdan atanmış sivil-asker bürokratla, halk arasında bir mesafe vardı.
Ayrı lojmanlar, servi araçları, orduevleri gibi ayrımı güçlendiren, derinleştiren araçlar...
Yıllar sonra SABAH Gazetesi'nde çalışırken depremde yıkılan Çeltikköyü ilköğretim okulu ve yurdunun yerine yenisini yaptırmak için gittiğim Bingöl'de tablonun daha da kötüye gittiğini gördüm.
Bu kez araya duvarlar örülmüştü.
Atanmışlarla halk arasında adeta bir uçurum vardı.
Sınıfsız, imtiyazsız bir kitle olarak kaynaşamadığımız ortadaydı.
Bu tabloda güvenlik kaygıları kadar, bürokrasinin halka bakış açısının rolü büyüktü.
Bir kaç gündür Radikal'de Cengiz Çandar'ın Güneydoğu izlenimlerini okuyorum.
Dün Mardin ve Van valilerinin ne kadar farklı ve halkla iç içe olduğunu anlatıyordu.
Bu tabloda da valilerin kişilikleri kadar devletin değişen paradigmasının rolü büyüktü.
Halk artık güdülmesi, eğitilmesi, denetim altında tutulması gereken bir sürü olmaktan çıkmış, hizmet edilmesi gereken tam yurttaş haline dönüşmese bile bu yönde adım atılmaya başlanmıştı.
Bürokratlar sömürge valisi havasından çıkıp halkına karşı sorumlu yönetici gibi davranmaya başlamıştı.
Bu yeni yönetim anlayışının halkı ne kadar mutlu ettiği ortada, Çandar bunu detaylarıyla anlatıyor.
Türkiye'de kiminin sıkıcı bulduğu Ergenekon sancısı, Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu krizi de tam bu gerçek nedeniyle yaşanıyor zaten.
Bürokrasi 'hakim sınıf' özelliğini kaybediyor çünkü İstanbul sermayesi-bürokrasi ittifakının sonuna tanıklık ediyoruz.
Bu tarihi bir kırılma noktası, yıllardır baskı altında tutulan taleplerin giderek daha fazla seslendirilip hayata geçirildiği bir dönem bu.
Elindeki gücü kaybetmek istemeyen bürokrasi, sivili ve askeriyle direniyor ama boşuna.
İttihat Terraki'den bu yana devlet eliyle burjuvazi yetiştirme politikası uygulayan bu bürokrasiydi.
O burjuvazi büyüdü, ergenlik çağına geldi ve iktidarı artık kimseyle paylaşmak niyetinde değil. Ayrıca devlete bakış açısı ve yaşam biçimi o bürokrasiyle hiç uyuşmuyor.
Elbette çevre politikasından, emek politikalarına kadar her alanda denetlenip zorlanması gereken bir sınıf bu.
Çünkü Avrupa'daki tarihsel birikimden yoksun olduğu gibi, tamamiyle kar hırsıyla hareket eden bir sınıf bu.
Sırf bu nedenle muhafazakar Anadolu sermayesiyle liberal ve solcu aydınların ittifakı büyük önem taşıyor, onlar birbirinin eksiklerini tamamlıyor.
Tanıklar caysa da, HSYK'da kriz yaşansa da, AK Parti bir ileri iki geri adım atsa da, bir kısım medya direnen bürokrasiye destek olsa da boşuna.
Karl Marks, bir toplumda üretimin hangi araçlarla yapıldığına ve mülkiyet ilişkilerine bakıp yönetim biçimine ilişkin hüküm verebileceğini söylüyordu.
Bugünün Türkiyesi'ne baksa, sivil-asker bürokrasi hakimiyetiyle İstanbul sermayesi hakimiyetinin sonuna gelindiğini ve vesayet rejiminden demokrasiye geçiş sancıları yaşandığını söylerdi herhalde.
Kaynak: Star