Yıllar önce Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş, "Cudi Dağı'na Türk bayrağını diktik" diye övünmüştü.

Bu haberi okuyunca hem sevinmiş hem de hüzünlenmiştim. Sevinmiştim çünkü Cudi Dağı'nı ele geçirmiştik. Sonra haritaya baktım; ne göreyim dağ zaten Türkiye Cumhuriyeti sınırları içindeymiş. Demek ki bir ara kaybetmişiz. Kime kaybetmiştik, niye kaybetmiştik bir açıklama yoktu.

Hüzünlenmiştim çünkü biz Türkler, kendi topraklarımızda kaybettiğimiz bir dağı ve çevresini geri alırken bayrağımızı, "istilacılara" inat yeniden kazandığımız topraklarımıza dikmiştik. Kimdi bu yendiğimiz düşman? "Terörist"ti tamam ama kim? Sonra bunların bizim yurttaşlarımız olduğunu öğrenip biraz daha şaşırıp, kızmıştım.

Anlama zorluğu

Söz konusu "istilacıların" (kurucu ideolojimize göre eğer biz Türkler, Orta Asya'dan geldiysek) hep orada yaşadıklarını, kendilerine "otokton halk dendiğini", Osmanlı zamanında İran'daki Türkmen Alevi Safevi devletinin etkisine karşı Anadolu Türkmen Alevileri'ni baskılasın ve tampon bir güç oluştursun diye özerklik statüsüyle ödüllendirilmiş olduklarını öğrendikten sonra kafam karışmaya başladı. Kürtler ve toprakları istila edilmemiş, katılmışlardı. Kıbrıs çıkarması sırasında binlerce Kürt babanın askerlik şubelerine gelip oğullarını askere yazdırmak için başvurdukları, yanlarında getirdikleri hayvanları da devlete bağışladıkları bilgisi beni iyice şaşırttı.
Şimdi onların çocukları yaygın bir şiddet kampanyası ile düzene karşı çıkıyor ve Türk Devleti'nde Kürt olmanın kendilerine ödettiğini iddia ettikleri bedele karşı çıkıyorlar. Oysa resmi söylem başka: "Vatanına ve milletine ihanet eden bir etnik grup, Türkiye düşmanı dış güçlerin aleti olarak ülkemizi parçalamak, milletimizi zayıf düşürmek istiyor."

Gelin bu buluşması mümkün olmayan açıklamalardan bir izan çıkarın? Nitekim çıkaramadık! O yüzden on yılladır süren şiddete isabetli bir tanım getirmek yanında nasıl sonlandıracağımız konusunda da ortak akıl oluşturamadık. İşin kötü yanı, süren silahlı kalkışma genellikle Güney Doğu'nun dağlık ve kırsal bölgesinde devam ettiği ve mümtaz ailelerin, hele siyasilerin değerli çocukları şehit olmadığı için, göz ucuyla izlediğimiz ama aynı zamanda işimize batığımız bir aksiyon filmi gibi izlendi. Hâlâ sonucu ve ne yapılması gerektiği konusunda açık bir yol haritamız yok. Çünkü izlediğimiz olgunun bir tanımı yok.

Haritamız yok ama "üç beş çapulcu", "bir etnik grubun satılmış silahlı elemanları", "uluslararası komplonun yerli işbirlikçileri" yüzde yüz bizim olan bu vatanın yollarını kesiyor, kimlik kontrolü yapıyor, adam kaçırıyor, koca askeri birliklere doğrudan saldırı düzenliyor ve esir alıyor. İnsanın kanı donuyor. Sonra esir alınan askerleri "mağdur sanık" diye yargılıyoruz. En yüksek mevkilere getirdiğimiz insanların ağzından "keşke ölselerdi de esir düşmeselerdi" dendiğini duyuyoruz. Yapılan savunma ve taktik hatalarını gizliyoruz, ta ki ikinci bir çarpıcı olaya kadar...

Değişen koşullar ve stratejiler

Bu arada karşımızdaki "düşman" strateji değiştiriyor. Bir süredir vur kaç olaylarından cephe savaşına geçmişti. Suriye'deki gelişmelerden sonra, etkisini Türkiye'nin güneybatı sınırı doğrultusunda yayabileceğini anlayınca, cephe savaşından alan savaşına geçti. Bu alanı genişletmek, mevzii şiddetten Türkiye'nin her yanına yayılması muhtemel bir şiddet dalgasını başlatmak demek.

Artık profesyonel savunma elemanlarıyla kazanılacak bir savaş yok karşımızda. Topyekûn bir savaş hali var. Bu da siyasal. Tüm halkın buna hazır olması ve katılması gerekir. Oysa bizde siyasete halk katılmaz. Oy verir ve gerekeni siyasetçilere bırakır.

Türk-Kürt ayırımı yapılmadan (özellikle Güneydoğu dışında yaşayan Kürtler'e tepki göstermekten kaçınarak... Çünkü onlar bizimle yaşamak seçimini yapmışlardır) halkın bu mücadeleye kazanılması gerekir çünkü siyasal şiddet bir halk adına gerçekleştirilir. Öncelikle Kürtler'in çağdaş bir demokraside sahip olması gereken tüm hakları teslim edilmeli. Sonra da bu ülkenin kültürel olarak Kürt olan ama siyasal olarak şiddeti benimsemeyen Kürtler'in desteği kazanılmalı.

Onlar her iki kesimin silahlı güçleri tarafından dışlandı, görüş ve duruşlarına hep mesafeli duruldu. Ama bunun olması için onların da bir aklı ve beklentileri olduğu peşinen kabul edilmeli. İşte bunu yapmaya kimse hazır değil. O nedenle bu mücadele, bir Türk-Kürt çekişmesi biçiminde sürüyor ve algılanıyor. Bir yurttaşlık hukuku ve ileri demokrasi meselesi, yani siyasi olduğu gerçeği anlaşılamıyor.

Kaynak: Bugün