Türkiye'de aydınlar üçe ayrılıyor. Birinci gurup Türkiye'ye daima dışardan bakan, başkalarının gözlerini, başkalarının sözlerini ödünç olarak kullanan bakış. Bu bakışın sahipleri, emanet gözlerle ülkelerine ve tarihlerine bakarken "evrensel" olduklarını, uluslar arası bir etkiye sahip olduklarını düşünüyor. Evet rakip ülkelerin tezlerini güçlendirdikleri için Türkiye dışında daha çok tanınıyorlar.
İkici bakışın sahibi ise gözlerini kapatmayı, hareketsiz kalmayı "milli" sananlar. Ermenilerle Türklerin karşılıklı olarak birbirlerini öldürdüğünü söyleyenler şu an bütün dünyada çok yaygın ve postmodern dönemin özelliğinden dolayı çok etkileyici olan küçük hikayelere odaklanmadı. Son on yılda Türkiyeli Ermenilerin kendi kökenlerini aramalarına, kendi tarihlerini mağduriyet üzerinden yazma girişimlerine karşılık; elimizde Ermeni isyancılar tarafından öldürülmüş, zulmedilmiş Türk ailelere dair tek bir sözlü tarih çalışması yok. Oysa iş konuşmaya geldiğinde, özellikle doğu vilayetlerinde karşımıza pek çok hikaye çıkıyor. Milli bir bakışa sahip olduğunu iddia eden tarihçilerimiz milli olmak ile atıl olmayı durağan olmayı aynı zannediyor.
Ermeni isyanlarına dair yapılan bilimsel araştırmalara dair bir kamuoyu yaratmayı bile başaramayan tarihçilerle, Türkiye'nin meseleyi ne siyasi ne de tarihi olarak tartışacak güce kavuşması mümkün değil. Türkiye'nin neredeyse her üniversitesinde tarih bölümü var. Ama tarih felsefesi ile ilgili dersler okutulmuyor. Tarih bölümünden mezun olan öğrenciler, çok basit bir gerçeği, tarihi ancak muzafferlerin yazdığını bilmeden mezun oluyor. Tarihin daima bu günden geriye doğru yazıldığını bilmeden mezun olan tarihçiler yetiştiriyoruz.
Aydınları üçe ayırmıştık. Ya üçüncüler diyorsunuz. Üçüncülerden haberdar olamıyoruz maalesef. Yani kavramlarla düşünen, analizlerini hakikate ulaşmak için yapanlar. Söylemleri, çalışmaları, durdukları yer belli ki birilerinin işine gelmiyor. Dolayısıyla isimleri ve çalışmaları işlevsel bulunmuyor.
Dünyada her türlü sınırın eridiği bir çağda, sadece tarih okuyarak tarihçi olunmayacağını; disiplinler arası geçişkenliği yakalamadan, Türkiye'nin hem bölgedeki, hem de dünyada karşılaşmış olduğu sorunlarla başa çıkmasının söz konusu olamayacağını tartışacak bir zemine bile sahip değiliz.
* * *
Yaşadığımız son otuz yılı düşünelim. Bizden sonrakilerin "tarih" olarak okuyacağı yılları. Benim çocukluğum radyo başında hiç anlamadığım haberlerle geçti mesala. İki haber vardı.Duyunca zihnimde kocaman bir boşluğun açıldığını sanırdım. Bir grup nurcu ayin yaparken yakalandı derdi sesi terbiyeli TRT sibikeri. Ayin yapan nurcular? Yaptıkları ayin nasıl bir şeydi ki yaka paça yakalanmaları kimsede infial uyandırmıyordu.
Dini bütün alnı secdeli büyükbabam, sorduğum soruyu cevap olabilecek şeyler söylemekten çok uzaktı.Ortaya Atatürk'ün kafasını koydukları için diyordu.Hangi kafasını? Nasıl yani ?Niye böyle bir şey yapsınlardı?
Babamın cevabı daha net idi.Senin anlamayacağın şeyler bunlar.Büyüyünce anlarsın.Oysa büyüdükçe anlaşılamayan şeylerin sayısı giderek artıyordu.
Nur talebesi bir büyüyümüz oldu.Evlerinde toplantılar yapıyordu. Bir kitaptan kesintisiz okuyor, sonra da dua ediliyordu. Henüz ilk okul talebesiydim. Herkes sıcaktan bunalırken, kimsenin camı açmamasına şaşırdım.Küçük ellerim ile açıverdim yabancısı olduğum evin penceresini.Sanki penecereyi açmamıştım, oradaki herkesin en mahrem sırlarını ortaya dökmüştüm.
Toplantı bitip ayrılırken herkes birbirine tenbihte bulunuyordu.Evden tek tek çıkılacak konu komşu sorar ise; G…Hanım ortanca kızını nişanlamış da tebrik ziyaretinde bulunduk denilecekti.
Sanki çok gizli,çok tehlikeli bir toplantıdan ayrılıyordu gidenler. Oysa evin sahibi bir kitaptan sayfalar okuyor, sonra bunları "dili döndüğünce" oradakiler için izah ediyordu.
Nur ayini dedikleri şeyin bu olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Okunan kitabın Üstat Bediuzaman'ın Sözler kitabı olduğunu da.
O eve bir daha götürülmedim. "Çocuğu getirmemesi " konusunda belli ki büyükannem sıkı bir tenbih almıştı. Ama işin en şaşırtıcı tarafı Rahmetli gittiği evdekilerin "Nurcu" olduğunu bile bilmiyordu.Haberlerden duya duya o nurculuğu çok başka,çok tehlikeli bir şey zannediyordu. Tıbkı şimdi hala daha öyle olduğunu zannedenler olduğu gibi…
Belleğimde şaşkınlık ve acıyla karılmış olarak duran ikinci haber Nevruz kutlamalarıydı.Orta Asya'dan kalma Baharı karşılama bayramının devlet baskısıyla "Kürtçülük bayramı" na çevrilmesi değil midir "Nevruz gerginlik"leri. Bayramı bir şenliğe tam da bayrama uygun bir şekilde çoşkuya çevirmek yerine sembollerden bölücü anlamlar çıkararak "baskıya" alet etmek.
Dönemin aktörleri yaptıkları hataları tam da "şimdi" itiraf ediyor. Hatalarıyla yüzleşiyor.
Bizim, esas "şimdi" yapılan hataları "şimdi" kabul etmeye ihtiyacımız var.
İslam bizim mayamız olarak kaldığı sürece her şeye rağmen bölünme tehlikesi yok. Ama İslam'ın bizim mayamız olarak kalabilmesi için her birimizin dosdoğru İslam ahlakına sahip olmamız gerekiyor.Ehli hizmet olmayı başarmamız gerekiyor.
Güneydoğu halkı 22 Temmuz seçimlerinde AKP'ye verdiği oylar ile hizmet almaya da hizmet etmeye de hazır olduğunu göstermedi mi?
Büyük devlet,büyük lider olmak demek; sembollerin dilinden "bölücülük" yorumları çıkarmaktan değil, sembollerin farklı dilini o büyük tablonun içine itina ile yerleştirmekten geçiyor.
Kaynak:Yeni Şafak