A'yı aradım geçen gün. Dünyalı olmak için. A ile konuşurken ikimiz de benim dünyalı olamayacağıma fazlasıyla kanaat getirdik. Herkes hep beraber bir yere gitmişti ve ben burada kalmıştım işte. "Tekkeyi bekleyen içer çorbayı" misali kendi halimde bir bekleyiş içindeydim.

Bekleme estetiğine sahip miydim? Ah keşke! Nerede? Sadece beklemenin bir estetiği olduğunu biliyordum. A, beni dünyalı yapmak için bir hayli uğraştı. Sağdan soldan haber verdi. "Biliyorsun" işte diye başladığı cümlelerin hiç birini bilmiyordum. O benim şaşırmamı beklerken ben onu şaşırtıyordum esasında. Argümanlarım, kullandığım dil çağın hızına hiç de uygun düşmüyordu. Tabii ki yaptığım işe de uygun düşmüyordu. Medya mensubu gereken hıza ulaşmak uğruna, biraz da kıra döke yaşar. Ben hiçbir zaman medya mensubu olmadım ki... Yazıları gazetede yayınlanan bir yazar kalmayı tercih ettim daima. Tek başıma değilim bu konuda. Pek çok edebiyatçı ve fikir insanı köşe yazarlığını bu frekans üzerinden sürdürüyor. Bir nevi en iyi bildiği konular üzerinden bir ikramda bulunuyor okuyucusuna. Ama hızlı medyacılar için bu durum çok ilkel. Onlar okuyucuyu değil "site"leri önemsiyor. Hangi yazı hangi site tarafından alıntılanmış, hangi yazı ne kadar tıklanmış. Hangi yazıya kaç yorum gelmiş. Onların derdi rakamlar, bizim derdimiz gönüller. Arada böyle bir fark var işte. (Bu cümleye yazarken Ceza'nın "Aramızda fark var "şarkısı geldi yapıştı kulağıma.)

YAZININ TAMAMINI OKUMAK İÇİN TIKLAYIN...