ABD başkanının batışı için söylenebilecek tek şey: George W. Bush kamu görevlileri içinde soykırımı kabul edilemez bir sonuç olduğunu düşünecek son kişi gibi görünüyor (tabii ki üzüntülü bir biçimde herhangi bir taksimata sahip olmayan Papa 16. Benedict dışında).

Sağ veya soldan eleştirmenlerce soykırım kelimesinin ifade edilmekte zorlandığı bir zaman geçti. 11 Eylül 2001’den beri dünyanın ne kadar değiştiğinin ölçüsüdür bu, soykırımın görünümü hiçbir tarafı şok etmiyor. Örneğin önemli bir gazeteci ve insan hakları aktivisti olan David Rieff eğer Irak’ta soykırım kaçınılmazsa geriye çekilip izlememiz gerektiğine inanıyor. O, ABD’nin neden (Rod Dreher’in okunması gereken Crunchy Con ‘yeni bir muhafazakâr akım’ weblogunda)  hiçbir surette Irak’ta kalmaması gerektiğini açıklıyor: (1)

 

Olağan cevap eğer biz Irak’ı terk edersek bir soykırım olacak… Daha derin sorular a) Acaba açık uçlu kolonizasyon kısa sürerse ABD, kibrimizin ön koşullarını hazırladığı soykırımı engelleme gücüne sahip midir b) Acaba Irak rejiminin geleceği kaygılarımızın ana merkezlerinden biri olmalı mıdır c) Acaba bir soykırımı önlemenin bedeli bir hükümet olarak altından kalkabileceğimiz bir bedel mi? Bu üç soruya cevabım hayırdır.   

Rieff, soykırım tehlikesi ABD askerlerini Irak’ta tutmak için yeterli bir neden olamaz şeklinde bir açıklama yapan Demokrat Senatör Barack Obama’nın açıklamasını savunmak için yukarıdaki cümleleri kaleme aldı. Muhafazakâr taraftan First Things (İlk Şeyler) dergisinin Eylül sayısında Peder Neuhaus, Bush’un 6 Eylül’de Prag’da dediği gibi “dünyadaki tiranlığı sonlandırma amacına Amerika’yı rapt etme” görevini alması için başkan Bush’u paylıyordu. Peder Neuhaus şöyle yazıyor:

 

İnsanlara değerlerimizi dayattığımız iddiası insanlara her zaman için bir tercihin verildiği gerçeği tarafından çürütüldü, onlar özgürlüğü seçiyor. Hiçbir delile gerek duymadan kesinlikle açıktır ki, örneğin seçimlere katılmak için milyonların içinden çıkan Irak halkı özgürlüğü seçiyor. Onların, kendilerini hâkim kılmak isteyen kabilelerinin hâkimiyeti için oy kullanmaları bekleniyordu. Demokratik liberal geleneğin özgürlüğü anlamlandırması aslında İslam dışı anlaşılıyor görünecekti.

 

Neuhaus, ABD’nin “gücünü yönetilenlerin rızasından alan gerçek Müslüman tarzında hükümetler kurma arayışında olan Müslümanlara dostça bir tavır içinde dünyaya amaçlarını sunup sunamayacağını” soruyor ve şu sonuca varıyor, “bu soruya cevabın olumsuz olması ihtimal dâhilindedir. Eğer böyleyse ucu açık bir medeniyetler çatışmasının kızışmasına kendimizi hazırlama dışında bir alternatif yoktur.”

11 Eylül 2001’den önce sarsma niyetiyle “soykırım savunusunda” başlıklı kısa bir makale yayınlamıştım. (2) Şimdi, sürrealist kötü çocuk Andre Breton hayatının sonunda üzüntülüyken artık kimseyi kızdırmak mümkün değildir. Şii ve Sünnilerin bir diğerini öldürmeleriyle birlikte olan kararlılığımız bizi medeniyet çatışmasını doğal karşılamamızı sağlıyor. Mezhepçi katillerin yeraltında kalmaya devam ettiği ABD güçleri tarafından işgal edilen bir Irak’ta günlük birkaç ölü sayısı halkı; Amerikalıların ayrılmasını müteakiben milyonlarca kişinin ölmesine ve hem Suudi Arabistan’ın hem de İran’ın destek verdiği ölüm tugaylarının açığa çıkmalarına hazırladı. Bu durumun Pakistan ve Lübnan için neyi ima ettiğini düşünmek zor değil.


1980’lerde Saddam Hüseyin’in İran’ı işgali sırasındaki Şii-Sünni savaşının ardından aşağı yukarı bir milyon ölü kaldı. Benzer bir kavganın tekrarı sadece ordular arasında olmayacak aynı zamanda mahalleler arasında olacak ve yukarıda sözü edilen sayıya bir sıfır daha ekleyecektir, bu durum kısmen ABD’nin, İran’a Irak’ın güneyindeki petrol bölgelerini ilhak etmesine izin vermeyeceğinden, kesinlikle askeri dengeyi kurmak için Sünni tarafı destekleyeceğinden ve Pers olmayan İran halkı arasında huzursuzluğu destekleyeceğinden dolayı böyle olacaktır. Hasımların eşit bir şekilde dengelendiği ve eşit oranda daha kanlı olmaya heveslendiği savaşlar için ben 17. yy Katolik-Protestan sivil savaşını ve I. Dünya Savaşı’nı örnek olarak veriyorum.

Sadece idrak eksikliği üzerinde olan Irak’ta dünya güçlerinin kayıtsız kalacağı bir soykırımı göze alabilir. Bu sadece petrolün tehlikeye girmesinden dolayı değil Şii dünyanın tutkularını Suudi sınırlarında kontrol altında tutulamayabileceğinden dolayıdır. David Rieff’in amaçladığı Irak’ı “kolonileştirme” yerine ABD ve dostları sayılı küçük yönlerde müdahalede bulunacaklar. Aslında Bush’un kızgın muhalifleri böyle müdahaleleri de hedeflemiyorlar. 22 Ocak’ta bir televizyon mülakatında demokrat senatör Harry Reid kararlı bir tonda son zamanlarda Amerika’nın en çalışkan müttefiki olan Pakistan’ın topraklarındaki el-Kaide’ye karşı beklenen müdahaleyi göz önünde tutarak Washington “hiçbir şeyi masanın dışında” tutmamalıdır dedi.


Şiddet dünyasında mantıklı bir düzen telkin etme tutkusu; tarihçileri ve siyaset bilimcileri modern çağla ilgili olan çok açık gerçeği bastırmaya ikna etmiştir yani soykırımın bir istisnadan çok bir norm olduğu gerçeğini. Modern çağın ilk örneği olarak dünya tarafından selamlanan Fransız devleti Alman kanının oluşturduğu bir denizden çıktı. Kabaca Avrupa’nın Alman sözcülerinin yarısı ve pek fazla olan diğerleri 1618 ve 1648 arasında yaklaşık 30 yıl süren korkunç Katolik-Protestan çatışmasında yok oldular. Kardinal Richelieu ve sonrasında Kardinal Mazarin’in rehberliğinde Fransa birinden sonra bir diğer Protestan meydan okuyucuyu finanse etti, özellikle de İsveç’li Gustavus Adolphus’u, ve hiçbir vekilin satın alınamayacağı bir zamanda da kendi askerlerini gönderdi. Fransa bu politikayı Avrupa’da Fransa hegemonyasına meydan okuyacak sayıda Alman canlı kalmayıncaya kadar işler halde tuttu.

Avrupa’nın ilk kusursuz soykırımı Fransa tarafından Almanlara karşı işlendi ve soykırım tabi ki rüşvet tutkulusu Protestan prensler tarafından olduğu kadar Avusturya imparatorluk sarayının fanatikliği ve aptallığı tarafından desteklendi.

Modern devletin doğumu için bu kadar fazla ölüm gerekti. Aynı şekilde modern demokratik devletin yani Amerika Birleşik Devletleri’nin doğumu içinde başka bir soykırım icap etti, Amerikan yerlilerinin azalmasından hiç bahsetmek istemiyorum, bu bir soykırım olabilir veya olmayabilir, bir çiçek hastalığı salgınının sonucu olabilir veya olmayabilir. Soykırım derken Amerikan iç savaşını kastettim. 2001’de bir makalede bahsettiğim gibi:

 

Amerikan tarihinin büyük soykırımı yerlilerin yok edilmesi değildir daha çok iç savaş sırasında Güney’in erkeklerinin katledilmesidir. 1861 ve 1865 arasında asi ittifakın 11 devletindeki asker çağına gelmiş erkeklerin çeyreği öldü. Güney sadece safları dolduracak derecede yeterli erkek bulamadığı zaman teslim oldu.

 

O anda soykırım kötü bir şey değildi tersine içinde köleliğin iğrenç kurumunu yok etmek için birliğin yaptığı berbat fedakârlıkların olduğu ve bilinen tarihte eşsiz ahlaki görkemin bir hareketiydi. Fakat bu bir parantezdir; kabul edilmesi önemli olan şey; modern tarihin iki önemli gelişmesi yani modern devlet ve modern demokratik devletin soykırımdan doğmuş olduklarıdır. Biz soykırımı tarih öncesi toplumda kurala uygun olan bir şey olarak biliyoruz (bunu söylemekle Nicholas Wade'nin Zuhurdan Önce adlı eserinde geçmiş olayların özetlenen araştırmaya göndermede bulundum).


Sebebin azametinden dolayı açık olan şeyi görmekten kendimizi alıkoyuyoruz, kaçınılamaz gerçek şu ki modern tarihte soykırım kurala uygundur. Nazilerin Yahudilere karşı işlediği böyle korkunçluklardan veya Çeçenistan’da Rus soykırımı olarak adlandırılabilecek soykırımlardan bahsetmiyorum. Tersine: başından itibaren batının şeklini belirleyen soykırımdan bahsediyorum. Modernlik, Batı Avrupa ve Amerika’da bile yakından incelenirse her türlü modern görünmemektedir. Neden Ortadoğu’dan farklı bir şey beklemeliyiz?

Arzusuna karşı ve bütün fedakârca içgüdülerinin su istimalinde ABD, kendini yakana kadar çatışmayı İslam dünyasına yığarak Kardinal Richelieu benzemeye çalışacaktır—ve bu çatışma bir yüzyıl sürebilir ve daha önce hiç şahit olunmamış oranda ölüm oranı üretebilir. Napolyon savaşlarından sonra güç dengelerine uygulanan sözde Kissingerci realizm; Richelieu’nun hileleri ile kıyaslandığında teneke askerlerin katıldığı bir çocuk oyunudur. Bununla birlikte ABD şimdi, birkaç güç sahibinin tahayyül edebileceği bir çapta reel politikada hızlandırılmış bir kurs almaya doğru gidiyor.


Soykırım bu yüzden mi kaçınılmaz? Tabi ki değil. 11 Eylül’den önce bir kelime oyunu uygulamasında “Afrika” kelimesi; 25 sentin bir satış makinesinden bir gumball (araba yarışı) oyunu satın alacağından emin olunduğu kadar “soykırım” kelimesine bir cevap olarak çıkarılabilirdi. Ancak Afrika soykırımı—Sudan’da Araplar tarafından işlenen soykırım dışında—son altı yılda mucizevî bir şekilde azaldı. Bunun kısmi nedeni tabi ki batılı güçlerin on yıl önce dünyayı dehşete düşüren iç savaşları bitirme azmiydi. Fakat başarının çoğunun “bir barış dinine” eğer bu vurgu hala geçerliyse kabile sadakatine karşı olarak on milyonlarca Afrikalıyı kazandıran Hıristiyan evanjelistlere gittiğine inanıyorum. Sosyolog Philip Jenkins bu fenomenin en çalışkan batılı raportörüdür; onun mesele ilgili kitabını geçen sene gözden geçirmiştim. (3)  

Peder Neuhaus özgürlüğün ABD anlamlarının İslami olmayabileceği gözleminde haklıdır fakat, Afrika’ya uygundurlar. Sadece on yıl önce çoğuna ölü gözüyle bakılan dünyanın bu parçasında büyük bir umut var. Hayır, soykırım kaçınılmaz değil. Fakat Afrika çözümü yani Hıristiyan evangelizasyonu Ortadoğu’da çok fazla etkiye sahip olacak gibi görünmüyor.

Notlar

1. Irak Soykırımı: Onu Durdurmaya Çalışmanın Karşısında Duran Bir Durum, Temmuz 22.
2. Soykırımın Savunusunda, Asia Times Online, Ocak 4, 2001.
3. Sahra-altı Afrikası’nda Yeni Bir Kudüs, ATol, Aralık 12, 2006.

 

 

Bu makale Ali Karakuş tarafından Dünya Bülteni için tercüme edilmiştir.