İzlanda’daki volkanın da ispatladığı gibi, hem doğayı değiştirme yetisine sahip olduğumuz, hem de onun insafına her zamankinden daha çok muhtaç olduğumuz bir çağda yaşıyoruz. Uçak korkusu olan pek çok insan, bu tarz karmaşık bir makinenin havada kalabilmesi için bileşenlerinin kaçta kaçının kusursuzca çalışması gerektiği düşüncesini aklından çıkaramaz. Bir yerlerde küçük bir levyenin kırılması, uçağın süzülerek yere çakılmasına sebep olabilir. Ne kadar çok aksiliğin çıkabileceği düşünüldüğünde paniklemek dışında yapılabilecek bir şey yoktur.

Avrupalılar benzer bir durumu geçtiğimiz haftalarda tecrübe etti. İzlanda’daki küçük volkanik püskürmeden gelen bir bulutun (ki dünyada hayatın karmaşık işleyişine nazaran küçük bir kargaşaydı) neredeyse bütün kıtanın hava trafiğinde kesintiye yol açması insana adeta, doğayı dönüştürmekteki tüm gücüne rağmen evrendeki diğer canlı türlerinden farkı olmadığını hatırlattı.

Böyle küçük bir püskürmenin yol açtığı ciddi sosyoekonomik etki, teknolojik gelişimimizin bir sonucu (bu örnekte, hava yolculuğu); bir asır önce, bu tarz bir patlama hiç fark edilmeden atlatılabilirdi. Teknolojik gelişme insanları doğadan bağımsız kılmakla beraber farklı bir düzlemde doğanın yasalarına daha fazla bağımlı kılıyor. On yıllar önce, insanoğlu Ay’a ilk adımını attığında, şimdilerde efsaneleşen sözleri şöyleydi: “İnsan için küçük, insanlık için büyük bir adım.” İzlanda’daki patlamaysa ‘doğa için küçük bir geri adım, fakat insanlık için büyük bir geri adım’dı.

Kontrol algımız abartılı
Doğadan gitgide özerkleşen varlığımız ve doğa üzerinde artan kontrolümüz (dolayısıyla yaşam mücadelemiz) sorgulamamaya meyilli olduğumuz bir dizi sabitlenmiş doğal parametrelere dayanıyor.

‘İstediğimizi yapma’ yetisine ancak yeterince marjinal kalarak sahip olabiliriz.
Özgürlüğümüzün sınırları, doğayı dönüştürme becerimiz temel coğrafik koşulları istikrarsız kıldıkça, ekolojik düzensizliklerle aşikâr hale geliyor.

İnsanlığın yeryüzünde coğrafik bir etmene dönüşmesi bazı bilim insanlarının ‘Antroposen: İnsanın Zamanı’ diye adlandırdığı coğrafi devrin başlangıcını imliyor. 2008’de Çin’de yaşanan depremin umulmadık büyüklükteki yıkıcılığının ana sebebinin bölgede inşa edilen devasa Zipingpu Barajı’nın inşasıyla ilgili olduğunu düşünmek için yeterli sebep var.

İnşa edilmiş geniş yapay kaynaklar ve yeryüzüne uygulanan ek basınç, kayalıkların dengesini etkilemiş ve depreme katkıda bulunmuş gibi görünüyor.

Fakat çevreye yönelik tehditlerin sorumluluğunu bu kadar atikçe üstlenmekte aldatıcı bir rahatlama söz konusu. Her şeyin kontrolümüzde olduğunu ima ettiği için kendimizi suçlu hissetmeyi seviyoruz, zira felaketi yönetebilirsek, sadece hayatlarımızı değiştirerek kendimizi kurtabiliriz. Volkanik püskürmeyse, ekolojik sorunların kibrimize ya da dünyanın dengelenmiş düzenini bozduğumuzu söyleyen bir argümana indirgenemeyeceğinin göstergesi.

Doğa kaotik; vahşi, öngörülemez ve idrak edilemez felaketlere meyilli ve biz de onun amansız hilelerine karşı savunmasızız. Bize göz kulak olan bir Doğa Ana yok. Dahası, volkanik bir patlamada tehlike yeryüzünün derinliklerinden geliyor; uzaydan değil de ayaklarımızın altından. Geri çekilebileceğimiz bir yer yok.

Volkanik kül medyada farklı biçimlerde yer aldı: Doğal bir felaket, meteorolojik bir fenomen ve bazen de ekonomiyle ilişkili olarak (havayolu şirketlerinin finansal kayıpları ya da hava taşımacılığına dayalı iş yapan Kenya’daki çiçek yetiştiricileri bağlamında) ele alındı. Sosyal hayattaki kesinti ya da havaalanlarında günlerce, hatta haftalarca mahsur kalan yolculara da odaklanıldı. Avrupa hava sahasının kapatılması gerektiğine dair ana argüman, volkanik külün uçak motorlarına zarar verme ihtimali taşıdığıydı; ve temel karşı argüman da, bu kapatılmanın havayolu şirketlerine ve daha geniş anlamda ekonomiye maliyetiyle ilgiliydi.

Bilim de sermayenin hizmetinde
Uçuşların kaldırılması üzerine öne sürülen argümanlarda doğayla ilgili ve kültürel kaygılarla ekonomik kaygılar arasında yaşanan kafa karışıklığı şu şüpheye yol açtı: Tam da havayolu şirketlerinin baskısının en görünür hale geldiği zamanda, bilimsel kanıtların Avrupa hava sahası üzerinde uçuşun güvenli olduğunu söylemesi ilginç değil miydi? Bu durum sermayenin hayatlarımızdaki yegâne gerçek şey olduğunun, bilimsel yargıların bile onun arzusuna hizmet etmek zorunda kaldığının kanıtı değil midir?

Buradaki sorun şu: Bilim insanlarından bilmeleri bekleniyor ancak bilmiyorlar. Bilim çaresizliğini uzman teminatının yanıltıcı ekranıyla ört bas ediyor.

Uzmanlara, tecrübelerimizin en mahrem alanlarına (cinsel ve dinsel) varıncaya değin itimat ediyoruz. Nihayetinde bilimsel bilginin alanı, çatışan ‘uzman görüşleri’ diyarına dönüştü.

Günümüzde karşılaştığımız tehditlerin çoğu dışsal (ya da ‘doğal’) olmaktan ziyade insan faaliyetlerinin ürettiği ve bilimin biçimlendirdiği tehditler (sanayinin ekolojik sonuçları ya da diyelim ki kontrol edilemez genetik mühendisliğin psişik sonuçları). Öyle ki bilim, bu tehlikelerin kaynağı olmanın yanı sıra onları anlamamızın tek umudu ve tehlikelerle baş etme yolunu bulabileceğimiz anlamın kaynağı.

Bilimsel-teknolojik uygarlığı küresel ısınmanın müsebbibi olarak suçlarken bile, aynı bilime yalnızca tehlikenin kapsamını tanımlamak için değil, birinci elden algılayabilmek için de ihtiyaç duyuyoruz. ‘Ozon deliği’ sadece biliminsanlarınca ‘görülebiliyor’ örneğin. Wagner’in Parsifal’indeki o an -’Die Wunde schliest der Speer nur, der Sie schlug (Yara ancak açıldığı mızrakla iyileştirilebilir)’- yeni bir ilişkiselliği karşımıza çıkarıyor.

Çevremizi ne kadar ‘güvenli bir şekilde’ kirletebiliriz? Ne kadar fosil yakıt yakabiliriz? Zehirli bir maddenin ne kadarı sağlığımızı tehdit eder? Bilgimizin sınırlarının olması, ekolojik tehdidi abartmamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Tam tersine, durumun son derece kestirilemez olduğu göz önüne alındığında, bu konuda daha da dikkatli davranmalıyız. Küresel ısınmayla ilgili son dönemdeki belirsizlikler, bu meselelerin çok ciddi olmadığının değil, düşündüğümüzden daha da kaotik ve doğal olduğunun, yanı sıra sosyal faktörlerin birbirine kopmaz biçimde bağlı olduğunun sinyalini veriyor.

Ya ekolojik felaket tehdidini ciddiye alıp hemen şimdi, felaketin gerçekleşmezse saçma görünecek bir şeyler yapmaya karar veririz ya da hiçbir şey yapmayıp bir felaketin gerçekleşmesi durumunda her şeyi kaybetme riskine gireriz. Verilecek en kötü karşılık, kısıtlı bir önlemler silsilesi uygulamak olacaktır; böyle bir durumda, ne olursa olsun çuvallayacağız.

Mesele ekolojik felaket riskine geldiğinde, ‘bilinmeyen bilinmeyenlerle’ karşı karşıya geliyoruz. Rumsfeldyen bilgi teorisine ait bir kavram bu. Donald Rumsfeld bu teoriyi Şubat 2002’de, hâlâ George W. Bush’un savunma bakanıyken, bir miktar amatör felsefecilik parçalayarak kurmuştu. Şöyle demişti: “Bilinen bilinenler var; bildiğimizi bildiğimiz şeyler var. Bilinen bilinmeyenler olduğunu da biliyoruz; yani bilmediğimiz bazı şeyler olduğunu biliyoruz. Fakat bilinmeyen bilinmeyenler de var - bilmediğimizi bilmediğiniz şeyler.”

Göçebelik fikrine alışın
Rumsfeld’in eklemeyi unuttuğu şey hayati önemdeki şu dördüncü kavramdı: ‘Bilinmeyenler bilinenler’, bildiğimizi bilmediğimiz şeyler; yani Freudyen bilinçaltı, Lacan’ın deyişiyle, ‘kendisini bilmeyen bilgi’. Irak savaşındaki esas tehlikelerin ‘bilinmeyen bilinmeyen’ler (yani var olduğundan kuşku bile duymadığımız tehditler) olduğu savına şu yanıtı vermeliyiz: Tam tersine, esas tehlikeler ‘bilinmeyen bilinenler’dir, bağlı olduğumuzun farkında bile olmadığımız, inkâr edilen inançlar ve faraziyeler. Ekoloji meselesinde, insanların felaket ihtimaline inanmasını engelleyen ve ‘bilinmeyen bilinmeyenler’le karıştırmalarına yol açan, işte bu inkâr edilen inançlar ve faraziyelerdir.

İnsanlık daha göçebe bir tarzda yaşamaya hazırlanmalı: Çevredeki yerel veya küresel değişiklikler, beklenmedik derecede geniş çaplı toplumsal dönüşümlere yol açabilir.

Diyelim ki devasa bir volkan patlaması İzlanda’yı yaşanmaz kıldı: İzlanda halkı nereye gidecek? Hangi şartlar altında gidecek? Onlara bir parça toprak verilecek mi, yoksa dünyanın dört bir yanına dağılacaklar mı? Kuzey Sibirya daha yaşanır ve tarıma elverişli hale gelirken, Sahra altı Afrika’nın geniş tarım alanları büyük bir nüfusun yaşayamayacağı kadar kuraklaşırsa, nüfus değiş tokuşu nasıl organize edilecek?

Geçmişte benzer şeyler yaşandığında, toplumsal değişimler vahşi biçimde ve kendiliğinden, şiddet ve yıkımla gerçekleşiyordu. Böyle bir ihtimal, birçok ülkenin kitle imha silahlarına ulaşabildiği bir dünyada felaketle sonuçlanacaktır.

Tek bir şey ortada: Ulusal egemenliğin yeniden tanımlanması ve yeni küresel işbirliği düzeylerinin keşfedilmesi gerekecek. Ekonomiler ve tüketim düzeylerinde, yeni iklim koşullarının veya su ve enerji kıtlığının talep ettiği ve yol açtığı muazzam değişiklikler ne olacak? Bunlar nasıl karara bağlanıp uygulanacak?

Adalette tavizsiz eşitlik şart
Bu noktada Fransız Marksist filozof Alain Badiou’nün devrimci politikanın ‘ölümsüz düşüncesi’ dediği dört unsura dönmek öğretici. Öncelikle talep edilen şey, adalette tavizsiz eşitlik: Kişi başına enerji tüketimine dünya çapında normlar dayatılmalı ve böylece, bir yandan Brezilya’dan Çin’e dek gelişmekte olan ülkeleri ortak çevremizi yok ettikleri için suçlarken, gelişmiş ülkelerin çevreyi şu anki düzeyde zehirlemesi durdurulmalı.

İkincisi, terör: Liberal ‘özgürlükler’in ciddi biçimde kısıtlanması ve olası yasa ihlalcilerinin teknolojik kontrolü gibi önleyici tedbirleri ihlal eden herkesin acımasızca cezalandırılması. Üçüncüsü, gönüllülük: Ekolojik felaket tehdidine karşı koymanın tek yolu, kapitalist kalkınmanın ‘spontan’ mantığını zaptedecek kolektif karar süreçlerinden geçiyor. (Walter Benjamin, ‘Tarih Kavramı Üzerine’ adlı denemesinde, bir devrimin görevinin küresel felaket uçurumuna doğru ilerleyen tarih ‘trenini durdurmak’ olduğuna dikkat çeker. Bu ekolojik felaket ihtimaliyle yeni bir ağırlık kazanan bir öngörü.)

Sonuncusu ve en az diğerleri kadar önemli olanı, insanlara güvenmek: İnsanların büyük çoğunluğunun bu katı tedbirleri desteklemesi, kendine ait görmesi ve uygulanmalarına katılmaya hazır olması. Terörün ve insanlara güvenin bir bileşimi mahiyetinde, her eşitlikçi-devrimci terördeki gibi önemli bir figürün zuhur etmesini teşvik etmekten korkmamalıyız: Suçluları yetkililere ihbar eden ‘muhbir’dir o figürün adı. (Enron skandalında, Time dergisi, maliyeye ihbarda bulunan şirket çalışanlarını gerçek halk kahramanları olarak kutlamakta haklıydı.) Bir zamanlar buna komünizm diyorduk. (Birbeck Beşeri Bilimler Enstitüsü’nün uluslararası direktörü, 29 Nisan 2010)

 

Kaynak: Radikal