Anayasa Mahkemesi, 5 Temmuz tarihli kararıyla Cumhurbaşkanı'nın ve CHP'nin Anayasa değişiklikleri paketini iptal istemini reddetmekle, sadece hukuka uygun bir karar vermekle kalmadı, aynı zamanda demokratik süreçler önünde ünlü 367 kararı ile yarattığı tıkanıklığı bir ölçüde giderdi ve aynı kararla sarsılmış olan toplumsal prestij ve güvenilirliğini de gene bir ölçüde yeniden kazanmış oldu.
Gerekçesi açıklandığında bu kararı ayrıntılı olarak tahlil edebilmeyi umuyorum. Ancak şu anda daha âcil olarak tartışılması gereken sorun, bu kararın ışığında bundan sonra ne gibi senaryoların ortaya çıkacağıdır. Bu konuda gerek hukukçular, gerek siyasetçiler arasında bir zihin karışıklığının varlığında kuşku yoktur.
Aslında, böyle bir zihin karışıklığının varlığına pek de hayret etmemek gerekir. Çünkü cumhurbaşkanı seçimi konusunda şu anda karşı karşıya bulunduğumuz durum, anayasa koyucunun öngörmediği ve öngörmesinin de beklenemeyeceği, atipik bir durumdur. Anayasa Mahkemesi kararının ertesinde ortaya atılan iki ana senaryo şöyle özetlenebilir: Birinci görüşe göre, 22 Temmuz'da seçilecek TBMM, Başkanlık Divanı'nı oluşturduktan sonra, "ilk iş olarak" cumhurbaşkanı seçimi sürecini başlatmak ve yürürlükteki Anayasa hükümlerine göre bu süreci otuz gün içinde tamamlayamadığı takdirde, seçimlerin "derhal yenilenmesi" müeyyidesini kabullenmek zorundadır. Anayasa Mahkemesi'nin 1 Mayıs tarihli kararına göre seçim turlarının tümünde toplantı yetersayısı olarak 367 sayısının aranacağı ve bunun da, seçimlerde bir mucize gerçekleşmediği takdirde, partilerarası uzlaşmayı gerektireceği açıktır.
İkinci senaryoya göre ise, TBMM, birinci yolu seçebileceği gibi, cumhurbaşkanı seçimlerini halkoylamasının sonucuna kadar erteleyebilir. Bu takdirde, cumhurbaşkanı seçiminin birinci turu, en erken aralık sonlarında yapılabilir ve bu süre içinde Sayın Sezer görevine devam eder. Diğer bir deyimle, bu konuda TBMM'nin bir tercih hakkı vardır ve bu tercihi belirleyecek olan da, büyük ölçüde yeni Meclis'in kompozisyonu ve siyasal liderlerin kararlarıdır.
Aslında, bu iddialardan birini ya da ötekini açıkça destekleyen veya açıkça yasaklayan bir Anayasa hükmü mevcut değildir. Her ikisi de, hem hukuken, hem siyaseten savunulabileceği gibi, eleştirilebilirler de. Birinci iddia lehine söylenebilecek şey, bunun yürürlükteki Anayasa hükümlerinin sözüne değilse de, ruhuna daha uygun bir çözüm gibi görünmesidir. Ayrıca, aynı görüş, cumhurbaşkanlığı gibi önemli bir konunun sekiz ay boyunca sürüncemede bırakılmasının sakıncalı olduğu yönünde siyasal bir gerekçe ile de savunulabilir. Ancak bu senaryonun siyasal olabilirliğinin mevcut olması için, ilgili bütün taraflarda gerçekçi ve samimî bir uzlaşma niyetinin bulunması şarttır. İngilizce bir vecizenin ifade ettiği gibi, "tango yapabilmek için iki kişi gerekir." Sayın Başbakan'ın son günlerdeki uzlaşma çağrılarına karşı, CHP sözcülerinin tek uzlaşma modelinin Sayın Ahmet Necdet Sezer'in seçilmesindekine benzer bir model olabileceği yolundaki cevapları, itiraf etmek gerekir ki, bu konuda fazla iyimser olmaya imkân vermemektedir. Eğer bununla kastedilen, seçilmiş siyasal iktidar üzerinde bir vesayet makamı gibi davranacak ve onun politikalarını yürütmesi önünde ciddî bir engel oluşturacak, siyaset-dışı bir kişinin seçilmesi ise hiçbir çoğunluk partisinin bunu içine sindiremeyeceği açıktır.
İkinci senaryo lehine olarak da, TBMM'nin Anayasa değişikliği konusunda iradesini açıkladığı, bu iradenin geçerliliğinin Anayasa Mahkemesi'nce tescil edildiği ve şimdi topun, demokratik bir rejimde en üstün kurucu iktidar olan halkın sahasına intikal etmiş bulunduğu söylenebilir. Mevcut Anayasa hükümlerinde Meclis'in, kararını halkoylaması sonucuna kadar ertelemesini yasaklayıcı bir kural yoktur. Anayasa'nın 102'nci maddesindeki otuz günlük süre, görevdeki cumhurbaşkanının görev süresinin dolmasına otuz gün kala veya makamın ölüm veya istifa gibi bir nedenle boşalması halinde on gün sonra başlayan bir süredir. Mevcut durumun, bu iki halle de örtüşmediği ve şu anda Anayasa'da öngörülmemiş de facto bir durum içinde yaşandığı açıktır. Eğer TBMM, birinci yolu tercih eder ve seçim turlarını başlatırsa, elbette bunu otuz gün içinde sonuçlandırmak zorundadır. Ancak, TBMM'nin konuyu "ilk iş olarak" gündeme alma konusunda anayasal bir yükümlülüğü bulunmamaktadır. Bizce, TBMM'nin bu iki yoldan birini seçmekte takdir hakkı vardır. Temennimiz, gereksiz yere yaşadığımız cumhurbaşkanlığı krizinin, şu veya bu yoldan, fakat demokrasimize daha fazla zarar vermeden çözülmesidir.
Kaynak: Zaman