bir akrabanın konutuna konukluğa gitdim.
iç kapıdan girerken, üç çöp poşeti gördüm. şunları dışarı çıkarayım, dedim. içinde kâğıt-karton bulunanı işaretle, onu bırak, merdivenleri silen kadına verilecek, dendi. yakıp ısınacakmış... onu orada, merdivenleri silen fakirin, diğer iki poşeti, sabah erken geçecek çöp kamyonunun alması için dış kapının önündeki kavak ağacının dibine götürüp bırakdım.
yemekde tatlısından tuzlusuna, etlisinden sütlüsüne, zeytinyağlısından tereyağlısına, peynirinden reçeline, meyvesinden çerezine...
imdi; demem mi:
bu kış gününde, soğukdan korunmak için, iki parça kâğıt çöpünüze muhtac insanlar bulunduğunu (aynelyakin) bile—bile, göre—göre, nasıl oluyor da, bu kadar çeşitli yiyecek—içecek hazırlayıp sofraya getiriyor ve hangi mideye yeyip, hangi yürek, akıl, mantık ve iz’ana ve de imana sığdırabiliyoruz?!
elbet, sıcak odada buz gibi bir esinti ve bunu yumuşatmağa, ılıtmağa matuf laubali, geçiştirmeci bir ifade:
“sen de çok ince düşünüyorsun ama...”
boşuna dememişler:
kıldan ince, kılıcdan keskin.
/
yiyemeyenlerin,
aç kalanların,
aç yatanların,
açlıkdan ağlaşan bebelerin,
çocukların,
yavruların..
.. hakkı iken vermeyip yeyip çıkardığımız ve yiyemeyip döktüğümüz bu yiyecekler, tezek olup cehennemimizi tutuşturacak...
vesselam.