fukara ne işe yarar?

       kafası çalışan, işin sonunu düşünüp görebilen zenginlerin sevap kazanmasına, kurtuluşuna, yükselişine. (ve, bu yetmez mi, onları hor-hakir görmemeniz için?)

       işin sonunu görebilecek kadar ve tarzda kafasını çalıştırmayanların düşüşüne, yerlerde sürünüşüne; rezilliğinin, alçaklığının, ahmaklığının meydana dökülmesine, helakine...

       işin sonunu görebilecek kadar kafasını çalıştırmayan, ne demek?

       etrafına bakın. bir zamanlar şöyle gösterişli böyle şatafatlı yaşayıp, şimdi günlük geçimini teminde güçlük çeken zavallılar göreceksin. onlara şimdi acıyorsun. bilhassa geçmişlerine göre, şimdi acınacak haldeler.

       oysa, günlük yüzeysel/sathi mantığa göre, kişinin, devam etdiği bir işde gitgide ustalaşması, maharet kesbedip zenaatinden daha çok kazanç elde etmesi ve işlerini daha iyi idare etmesi gerekmez mi? herkes bunu beklemez mi?

       oysa, burada olan ne: adam aynı işde zirvelere tırmanıp dolaşmış, at koşturmuş; sonra, şimdi bakıyorsun, işini değiştirmediği halde, aynı iş kayığında tepetakla olmuş?

       bunda bir garabet, bir tuhaflıklık, bir akıldışılık yok mu?

       var.

       nerede bu garabet?

       şaşaalı günlerine dönersek görebiliriz. o da görebilir şimdi, bizimle:

       o günlerde bolluk ve başarının (işlerin muvakkaten rast gitmesini, servet ve serverliğin artmasını bir imtihan değil, kendinin, kendi enesinin, kendi aklının ‘başarısı’ görmektedir) parlaklığından gözleri kamaşmış ve etrafına körleşmiş, etrafında olup biteni görmez olmuşdur.

       (komşusu aç yatmış, görememiş; zengin çevresine ziyafetler, cemiyetler tertiblemişdir. hastahanede rehin kalanları, hatta fukaralıkdan evi dağılan eski arkadaşlarını ve akrabasını hatırlayamamış, oğlunun kızının düğününde parayı su gibi akıtmış, zevk ü sefa ve de hac ve umre seyahatlerine çıkmışdır. ka’beye amerikan otellerinin yüksek katlarından, tepeden bakmış, allah’ın gerçek mekanı bir zaif ve hastalıklı muhtac insanın kalbine eğilip bakamamışdır. camiler yaptırmış, ama, ödeme güçlüğü çeken borçlusunun gırtlağına basıp canını almış, haysiyetiyle de oynamışdır... nihayet, “kendim en fazla nasıl kazanırım” hesabının yanında, “çalışanlarıma en az nasıl kazandırırım/ücret veririm”in hesabını eklemiş; ve hatta, bu en az ücreti “ne kadar, kaç gün, kaç ay geciktirirsem kârdır”a kadar vardırmışdır işi. dahası, (kriz gibi) boş-bahanelerle en az [asgari, sürünme, zulüm] ücretlerini aylarca geciktirdiği çalışanlarına körlük eder gibi, işini gördürdüklerinin, aldığı/alamadığı ücretle yüzlerce sene yemeden içmeden para biriktirse alamayacağı lüks otomobillerini, jiplerini işyerinin kapısının önüne parketme ahmaklığına, hayasızlığına, utanmazlığına, akılsızlığına, terbiyesizliğine, edebsizliğine, densizliğine, kaz kafalılığına, sonradan görme gavurdan dönmeliğine kadar vardırmışdır işi...)

       oysa, etrafı onu görmektedir... nazarlar üzerindedir. bunu farketse bile, bu güç ve imkan ile onların nazarları bana bir zarar vermez, vız gelir.. diye kasılır. veya, bundan da kaçıp, dış kapılarında bekçiler bulunan, insanlardan yalıtılmış, insanların girmesi, görmesi yasaklanmış sitelere taşınır.

       evet, onların (muhtacların, fukaranın) nazarları ona zarar verememiş gibi görünse de, yakından bakınca görürsün ki, belki evladı, belki ortakları, belki metresleri, belki ziyafet ve kıyafet ve fuhşiyat arkadaşları, belki içinde bulunduğu piyasa canına okumuş, çanına ot tıkamışdır, bunu görememişdir...

       /

       nihayet ne olur:

       ölürken gözlerini hayretle, hasretle, şaşkınlıkla açar...

       nâçar.

       neden açar? neye hasretdir bu en zor, en sıkıntılı, en çaresiz anda?

       künhüne giderayak erdirildiği şu ayetden haberdar olamadığına hasretlikden açar gözlerini:

       «birinize ölüm gelip “ey rabbim! beni(m ölümümü/ecelimi) biraz (elimde avucumda ne varsa, bütün servet ve samanımı tek kuruşuna kadar dağıtacağım kadar) geciktirseydin de sadaka verip, salihlerden olsaydım” diyeceğinden evvel size rızk olarak verdiğimizden infak edin.» (münafıkûn, 10)

       /

       evet, açarsın gözlerini ama, boşa açarsın, boşuna açarsın. daha önce açmamak için nasıl kaçıyordun sana gerçeği anlatmak isteyen insanlardan, bu gününü haber veren kur’an’dan...

       bu gününü haber verebilecek insanlar sana ulaşamasın diye sekreterler, telefonlar, özel kalemler, bitmeyen toplantılar, bitmeyen iş görüşmeleri, seyahatler, işyeri ve site bekçileri ve dıt-dıt öten elektronik sinyalli çelik kapılar, kapı giriş ve ziyaretçi kartları, kameralar, kartsız açılmayan turnikeler. vs vs engelleri ile saklamışdın kendini, uzaklaştırmışdın. erişilmez kılmışdın.

       /

       [«birinize ölüm gelip “ey rabbim! beni(m ölümümü/ecelimi) biraz (elimde avucumda ne varsa, bütün servet ve samanımı tek kuruşuna kadar dağıtacağım kadar) geciktirseydin de sadaka verip, salihlerden olsaydım” diyeceğinden evvel size rızk olarak verdiğimizden infak edin.» (münafıkûn, 10)]

       ya hu! neymiş?

       allah’ın sende(n) en sevdiği neymiş?

       seni kurtaracak kadar kıymetli, seni küçük kıyametinde ve büyük kıyametde yaya bırakmayacak, kurtuluşa taşıyacak taşıt, sahile ulaştıracak kayık neymiş?

       yeraltının karanlığında sana kandil olacak, seni aydınlatacak, seni atıverdikleri o daracık toprak çukurda sana kanat olacak, sana uçak olacak, neymiş?

       (‘bildin onu!’)

       allah’a en değerli gelen neymiş? allah’a en değerli olarak giden ne imiş? allah’ın en çok hoşuna giden şey neymiş? allah indinde en makbul olan ne imiş?

       bunu son nefesinde anladın, cevabı bildin; ama, heyhat! heyhat ki heyhat! bu biliş faidesiz!

       geri dönüş yok, geciktiriliş yok!

       bu son saniye, ‘bu son nefes ey ceset, artık ne yana dönersen dön!..’

       canalıcıyı gördüğünde, can alıcı melek aleyhisselam göründüğünde, sen artık ceset hükmündesin. çünki seni almadan gitmeyecek! gitmez! artık burası ile işin bitti... onun için bildirildi bu ayet, bu anlam, bu bilgi sana...

       kopya yok...

       kopyayı alıp sınıfa tekrar girmek/dönmek yok!!!

       kapı kilitlendi.

       bildin, ama, bittin de...

       kapının ötesinde kaldın...

       bütün o böbürlendiğin, büyüklendiğin, gururlandığın malının mülkünün, birkaç gün, birkaç dakika, hatta bir saniye, bir nefes ederi/değeri yokmuş! –şimdi bunu bildin...

       o zaman sen ne ile gururlanmışsın?

       gururlanmışsın... evet.

       gurura kapılmışsın ki gurur seni bu hale getirmiş: etrafına duvarlar örmüşsün.

       [“velev küntüm fî burûcin müşeyyedeh”]

       insanların bulamadığı seni, gurur bulmuş; insanların ulaşamadığı sana, gurur ulaşmış.

       gurur ile nikahlanmış, evlenmiş, halvet edip evladı-ı gurur sahibi olmuşsun. onlar da çoğalıp ordu olmuş: gurur ordusu.

       gurur ordusunun başkomutanı olmuşsun.

       meydanları gurultu ile doldurup istila etmişsin.

       (işçileri tersten gaza getirip, bravolarla, alkışlarla yürütmüşsün.)

       gurur ne: gurultu.

       gurultu: işe yaramaz, ma’nasız bir ses. hiç.

       mide neye guruldar? boşluğa. ne için: boş olduğu için.

       bağırsaklar ne diye guruldar?

       üşüdüğü için.

       senin fukaraya soğukluğun, karakışlığın, donduruculuğun sana dönüp bağırsaklarını üşütmüş. bağırsakların bile bağırıyor: boşuna...

       /

       insan ne için gururlanır?

       (ma’nadan, ma’nanın akıcılığından, düşünmekden, işin sonuna bakmakdan, bakma ılıklığından mahrumiyetden, akıl ikliminden uzaklaşıp heva ve heves ve hırs ikliminde buzullaştığından)

       boş olduğu için, boşluğ(un)a...

       boşuna, vesselam.