Bu yazıdan tam bir ay önce yani 5 Şubat günü yine Zaman gazetesinin Yorum sahifesinde "29 Mart sonrası" başlıklı bir yazı yayınlamış idim. Tam bir ay sonra aynı yazıyı biraz daha açmak istiyorum; başlık aynı olmasın diye de bu kez "Seçim sonrası" demeyi tercih ediyorum.
Olağanüstü bir gelişme olmaz ise Adalet ve Kalkınma Partisi'nin 29 Mart seçimlerinde 22 Temmuz 2007 seçimlerine yakın bir oy alacağı, hatta belki biraz daha üzerine çıkacağı anlaşılıyor.
Bu önemli siyasal başarının AK Parti'nin kendi performansından mı, muhalefet partilerinin olağanüstü başarısızlığından mı kaynaklandığı ayrı bir tartışma ama 22 Temmuz 2007 seçim başarısının içinden geçtiğimiz iktisadi kriz ortamına rağmen tekrarlanma ihtimalinin yüksek olması çok önemli.
Ülkenin "yerleşik kurumlarının" önemli bir bölümünün hâlâ çok belirgin bir AK Parti karşıtlığı ürettiği, beslediği bir siyasal ortamda söz konusu siyasal başarı daha da önem kazanıyor.
Ancak, söz konusu tekrarlanan siyasal başarının Türkiye'nin yapılanmasında, tarihinde de anlamlı bir kalıcı başarıya, reform sürecine dönüşmesi gerekiyor.
Çok güçlü ve belirgin bir yerleşik kurumsal direnişe rağmen elde edilen 22 Temmuz seçim başarısının büyük bir toplumsal reform sürecinin tetikleyicisi olmamış olması düşündürücü, düşündürücü olduğu kadar da üzücüdür.
Anayasa'nın 10. ve 42. maddelerinde 411 milletvekilinin oyuyla yapılan değişikliğin Anayasa Mahkemesi'nce belirgin bir yetki aşımı da gerçekleştirerek iptali, altı ay önce yüzde 47 oy almış bir parti aleyhine açılan kapatma davası, çok ince bir ayar izlenimi veren ağır bir "kapatmama kararı" muhtemelen 22 Temmuz sonrası yaşanan siyasal ataletin temel nedenleridirler ama tüm anlaşılabilir güçlüklere rağmen yine de siyaset bahane kabul etmeyecek bir süreçtir.
29 Mart yerel seçimleri büyük ölçüde yerel seçim özelliğini yitirmiş, 22 Temmuz genel seçim sonuçlarının bir referandumuna dönüşmüş durumdadır. Temennimiz de 30 Mart sabahı itibarıyla 22 Temmuz-29 Mart arasının bir parantez içi olarak görülmesi, değerlendirilmesi ve konsolide olan siyasal desteğin de yardımıyla hukuk ve ekonomi reform sürecinin kaldığı yerden devam etmesidir.
Aksi bir durum Türkiye için büyük, telafisi belki de olanaksız bir kayıp olacaktır. Üstelik, yakın geçmişimizde de benzer kaçan fırsatlar az değildir. 1980'lerin ikinci yarısında Türkiye önemli bir atılım içine girmiş, çok sayıda kişi ülkenin "makus talihini" nihayet yeneceğini düşünmeye başlamış iken anlaşılamayan, belki de bir açıdan çok iyi anlaşılan nedenlerden süreç durmuş, Türkiye her açıdan kayıp, kayıptan da ağır bir "90'lı seneler" yaşamaya mahkûm olmuştur.
2000'li seneler büyük bir krizle açılmış ama arkasından da Cumhuriyet tarihinin en büyük reform ve büyüme süreci gelmiştir. 2007 sonrası ise içinde bulunduğumuz siyasal atalet ortamı döneme damgasını vurmuştur.
Türkiye'nin, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının artık böyle bir siyasal sarkaca tahammülünün kalmadığı kanısındayım; yaşadığımız ekonomik kriz ortamına rağmen hukuk ve ekonomi reformlarının evrensel hukuk devleti ilkeleri doğrultusunda devam etmesi ve kalıcı hale gelmesi artık yurttaşın en meşru talebidir.
Hukuk ve ekonomi reformları öyle kodları, şifreleri belirsiz bir konu da hiç değildir.
Evrensel hukuk devleti ilkelerine dayalı bir yeni sivil anayasa ve eksiksiz olarak AB sürecinin sürdürülmesi Türkiye'nin makus talihini yenmesinin gizlisi, saklısı olmayan, bilinen şifreleridir.
Yapılması artık çok büyük bir zaruret hale gelen yeni anayasa üç temel konuyu kalıcı, çağdaş standartlara oturtmak zorundadır; bu konular sivil-asker ilişkisi, din devlet ilişkisi ve yurttaşlık tanım ve anlayışıdır.
Çağdaş, demokratik bir hukuk devletinde mevcut anayasal/yasal sivil-asker ilişkilerinin kabul edilemez ilişkiler olduğunu artık kanımca söylemeye bile gerek yoktur; MGK'nın anayasal konumu ve görevi, askerî yargının yetkileri ve kapsama alanı, devlet protokolü içinde askerin yeri, askerî harcamalar konusunda TBMM ve Sayıştay'ın denetim yetkileri mutlaka ve mutlaka yeniden düzenlenmeye ve artık kalıcı bir çözüme kavuşturulması gereken konuların başında gelmektedir.
Din-devlet ilişkileri ise ülkemizde Diyanet İşleri Başkanlığı kurumu üzerinden kristalize olmaktadır ve çağdaş bir laik, hukuk devletinde mevcut statüsüyle Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı kabul edilebilir bir nitelikte değildir. Din hizmetinin finansmanı meselesi mutlaka ve mutlaka daha özgürlükçü, daha az devletçi, daha çok sivil toplumcu bir anlayışla ele alınmak zorundadır.
Yurttaşlık kavramımızın anayasal ve yasal temelleri de son derece sıkıntılı temellerdir ve bu anlayışın ülkemizin iç huzuruna katkı yapmaktan uzak olduğu aslında çok iyi bilinmektedir.
Bu üç temel konunun yani sivil-asker ilişkisi, din-devlet ilişkisi ve yurttaşlık anlayışı konularının AB sürecinin de desteğiyle çağdaş bir yapıya kavuşturulması Türkiye'nin öncelikli konularıdır.
Bu konular kalıcı bir çözüme kavuşmadan iktisadi alanda da kalıcı bir büyüme sürecinin yakalanması kolay değildir.
Umarız 29 Mart sonrasının gündemini bu konular oluşturur.
Kaynak: Zaman