Anayasa sürecinde 12 Eylül tarihi tekrar önemli bir simge oluşturuyor. Bu tarihte gerçekleşen askerî darbenin mirası 82 Anayasası'nı değiştiren reform paketi halkoylamasına sunulurken, sadece Anayasa değil, Türkiye'nin ana politik sorunları da masaya yatırılıyor.
 
Türkiye'nin en önemli iki sorunu, "başörtüsü" ile "Kürt meselesinin" pakette olmamalarına rağmen referandum kampanyasında gündeme getirilmesi bu bakımdan tesadüf değildir. Bu yüzden 12 Eylül oylaması oldukça berrak bir cepheleşmenin gölgesinde yapılıyor. Bir tarafta reform paketini halkoylamasına sunan hükümet partisi, öbür tarafta CHP, MHP ve BDP'yi kapsayan bir muhalefet bloku. Fakat bu partiler cepheleşmesi toplumsal cepheleşme ile örtüşmüyor. Bir tarafta laik cumhuriyetin ve yargı bağımsızlığının tehdit altında olduğunu savunanlar, öbür tarafta paketi demokratikleşme sürecinde olumlu bir adım olarak gören ve "evet" diyenler. Bu cepheleşmenin sağ sol değil, toplumun ortasından ve çapraz bir çizgi olarak geçmesi tesadüf olmadığı gibi, kendi içerisinde önemli veriler de içeriyor. Bu kutuplaşmada göze çarpan en ilginç gerçek ise bu cepheleşmenin "Brüksel", yani Avrupa siyasi akımları ile ise hiç örtüşmemesidir. Brüksel, bu diğer başkentler için de pek farklı değil, reform paketine soldan sağa tüm akımları ile destek veriyor. Sadece AB Komisyonu veya Konsey değil, Hıristiyan Demokratlar, Liberaller, Yeşiller ve Sosyalistlerin de reform paketine destek vermesi saatlerin Brüksel ve Ankara'da farklı gittiğini gösteriyor. AK Parti'nin bu gerçeğe dikkati çekmesi ne kadar normalse, özellikle CHP ve "hayır" kampanyasına katılan solun bu çelişkiyi sorgulaması da o kadar olağandır. İsterseniz tartışmanın Brüksel'e nasıl yansıdığını ve reform paketinin, nasıl algılandığını ve neden "Brüksel'in" "evet" dediğini sırasıyla irdeleyelim.

Önce "hayır" cephesinde sempati ile baktığımız tek eleştiri ve kesimin, reform paketini yetersiz bulan, Türkiye'nin 12 Eylül Anayasası'ndan kurtulması gerektiğini savunan, yani demokratikleşme sürecinde daha iddialı bir kesim olduğunu söyleyelim. Bu kesim Türkiye'nin daha köklü ve ileri bir anayasa reformu, yani "sivil bir anayasa" hak ettiğini söylüyor ve haklı. Zira 12 Eylül Anayasası son yıllarda gerçekleşen birçok değişikliğe rağmen, hâlâ otoriter, baskıcı, birey haklarını değil, devleti öne çıkaran, Türkiye'nin önemli sosyal ve politik gerçeklerinin inkârı üzerine kurulmuş bir anayasadır. Oylamaya sunulan bu son reform paketi önemli reformlar içerse de, 12 Eylül Anayasası'nın bu antidemokratik ruhunu ortadan kaldırmadığı gibi, Türkiye'nin ana sorunlarına eğilmiyor. Fakat buna rağmen reform paketi kısmen de olsa önemli yenilikler içeriyor. İşte bu yüzden paket Brüksel'de hem Konsey, Komisyon, Avrupa Parlamentosu gibi kurumlar, hem de soldan sağa tüm politik gruplar tarafından geniş destek buluyor. Biz niçin "evet" dediğimizi 26 maddeden oluşan paketi ikiye ayırarak anlatmak istiyoruz. Paketin bazı yorumcuların "teferruat" veya "süs" olarak nitelediği, muhalefetin de karşı çıkmadığı maddeler ile "tartışmalı" olan Anayasa Mahkemesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) ve siyasi partilerin yasaklanmasını zorlaştıran maddeler olarak inceleyelim. İsterseniz önce "süs" veya "teferruat" olan maddelerle başlayalım.

Reform paketinin Brüksel'de geniş destek bulması aslında muhalefet ve bazı yorumcuların "süs" veya "teferruat" dediği bu maddelerden kaynaklanıyor. Bu reform maddelerinin içerik olarak muhalefet tarafından da desteklendiği biliniyor, reform kampanyasında bu maddelerin tartışılmaması da bu maddeler üzerinde bir nevi mutabakat olduğuna işaret ediyor. Kadınların eşitliğini, çocuk haklarını, bilgi edinme hakkı, kamu denetiminin güçlendirilmesi, seyahat hakkı gibi hakların Anayasa'ya girmesi veya güçlendirilmesi son yıllarda Avrupa'da da en çok tartışılan konular olmuştur. Askerî mahkemelerin görev alanlarını sınırlayan, Yüksek Askerî Şûra kararlarını sivil mahkemelerin denetimi altına alan, memurlara kısmen de olsa sendikal hakları açan bu maddeler AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu'nun yıllardır tüm raporlarında dile getirdiği konular idi. Bu maddeler birçok konuda anayasa engellerini kaldırıyor ve demokratik bir hukuki yapılanmanın önünü açıyor. Bu maddelerin referanduma taşınmadan TBMM'den geçmesi ve referandumun çelişkinin derin olduğu üç maddeye indirgenmesi mümkün iken, muhalefetin bu parlamenter olanağı niçin kullanmadığını kimse anlamış değil. Her neyse, yukarıda vurguladığımız gibi AB süreci açısından reform paketini çekici kılan ve "evet" kampanyasına geniş desteğin kaynağını pek tartışılmayan bu maddeler oluşturuyor.

Yine, muhalefetin, özellikle BDP'nin Brüksel'de anlaşılmadığı bir mesele, Meclis'ten referandum süreci için yeterli desteği bulmayan siyasi partilerin yasaklanmasını zorlaştıran madde ile başlayalım. Birkaç ay önce yasaklanan DTP, milletvekillikleri düşen Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk'un durumu ile AKP'yi yasaklama girişiminin Türkiye'ye siyasi maliyetini göz önüne getirmek, bu konuda reformun elzem olduğunu görmek için yeterlidir sanıyoruz. Fakat ne hikmetse, BDP bile oylamaya girmeyerek bu reformu engellemiştir. Bugün öne sürülen ve "parti yasaklamayı ortadan kaldırmıyor" tezi, saf olduğu kadar reform hedefinin politik boyutunun pek anlaşılmadığını gösteriyor.

Brüksel'de de berrak bir şekilde görülen ve anlaşılır çelişki ise Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili maddelerden kaynaklanıyor. Anayasa Mahkemesi'nin ikinci bir "meclis" ile birey başvurularına açılması, sanıyorum muhalefet tarafından da destekleniyor. Çelişki özünde Anayasa Mahkemesi konusunda, HSYK'da olduğu gibi, bu mahkemenin "bağımsızlığı" meselesinden kaynaklanıyor. Hâkim sayısının artırılması ve hâkimlerin seçim süreci en çok tartışılan konu bu yüzden. Referanduma sunulan proje bugüne kadar Ankara'da küçük sayıda yüksek hâkimin kendi arasından seçtiği bu kurumların yapısını değiştirdiği gibi, seçim sürecini kısmen de olsa demokratikleştiriyor. Yüksek hâkim ve savcıların "iktidarlarını" birinci derece hâkim ve savcılar ile paylaşmak istememeleri ve "yargı bağımsızlığının" tehdit edildiğini düşünmeleri anlaşılır da olsa, değişiklik hukuk devleti açısından önemli bir gelişme teşkil ediyor. Proje HSYK'yı kurum olarak birinci derece hâkim ve savcılara açıyor ve bu önemli yargı kesiminin temsilini sağlıyor, yani YHSK bir bakıma demokratikleşiyor. Türkiye'de hukuk devletinin oturması için birinci derece mahkemelerin kurum olarak geliştirilip etkin ve işler kılınması gerekmektedir. Reform paketi işte bu istikamette olumlu bir adım oluşturuyor. "Brüksel'in" reform paketine bakışını detaylı okumak isteyenlere değerli hukukçu Serap Yazıcı'nın TESEV için hazırlamış olduğu analizi tavsiye ediyorum. Serap Hanım'ın analizi Brüksel koridorlarında etkin olan düşünceleri yansıtıyor bir bakıma.

Bu reform paketi girişte de vurguladığımız gibi 12 Eylül Anayasası'nın otoriter, baskıcı, birey haklarını değil, devleti öne çıkaran, Türkiye'nin önemli sosyal ve politik gerçeklerinin inkârı üzerine kurulmuş ruhunu ortadan kaldırmıyor. Fakat birey haklarını güçlendiriyor, bugüne kadar mahkemelerin denetime kapalı kurum kararlarını denetime açıyor ve hukuk devleti açısından önemli reformlar içeriyor. Umarız bu kısmî anayasa reformu toplumsal destek bulur ve gelecek seçimlerden sonra Türkiye'de yeni ve demokratik bir anayasa için geniş toplumsal mutabakat oluşur. Bu konuda inisiyatifin hükümetten değil muhalefetten gelmesi en sevindirici politik gelişme olacaktır. Türkiye'nin tüm değişikliklere rağmen 12 Eylül Anayasası ile AB üyesi olabileceğini düşünmek gerçekçi değildir.

Brüksel'de de berrak bir şekilde görülen ve anlaşılır çelişki ise Anayasa Mahkemesi ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ile ilgili maddelerden kaynaklanıyor. Anayasa Mahkemesi'nin ikinci bir "meclis" ile birey başvurularına açılması, sanıyorum muhalefet tarafından da destekleniyor. Çelişki özünde Anayasa Mahkemesi konusunda, HSYK'da olduğu gibi, bu mahkemenin "bağımsızlığı" meselesinden kaynaklanıyor. Hâkim sayısının artırılması ve hâkimlerin seçim süreci en çok tartışılan konu bu yüzden. Referanduma sunulan proje bugüne kadar Ankara'da küçük sayıda yüksek hâkimin kendi arasından seçtiği bu kurumların yapısını değiştirdiği gibi, seçim sürecini kısmen de olsa demokratikleştiriyor. Yüksek hâkim ve savcıların "iktidarlarını" birinci derece hâkim ve savcılar ile paylaşmak istememeleri ve "yargı bağımsızlığının" tehdit edildiğini düşünmeleri anlaşılır da olsa, değişiklik hukuk devleti açısından önemli bir gelişme teşkil ediyor. Proje HSYK'yı kurum olarak birinci derece hâkim ve savcılara açıyor ve bu önemli yargı kesiminin temsilini sağlıyor, yani YHSK bir bakıma demokratikleşiyor. Türkiye'de hukuk devletinin oturması için birinci derece mahkemelerin kurum olarak geliştirilip etkin ve işler kılınması gerekmektedir. Reform paketi işte bu istikamette olumlu bir adım oluşturuyor. "Brüksel'in" reform paketine bakışını detaylı okumak isteyenlere değerli hukukçu Serap Yazıcı'nın TESEV için hazırlamış olduğu analizi tavsiye ediyorum. Serap Hanım'ın analizi Brüksel koridorlarında etkin olan düşünceleri yansıtıyor bir bakıma.

Bu reform paketi girişte de vurguladığımız gibi 12 Eylül Anayasası'nın otoriter, baskıcı, birey haklarını değil, devleti öne çıkaran, Türkiye'nin önemli sosyal ve politik gerçeklerinin inkârı üzerine kurulmuş ruhunu ortadan kaldırmıyor. Fakat birey haklarını güçlendiriyor, bugüne kadar mahkemelerin denetime kapalı kurum kararlarını denetime açıyor ve hukuk devleti açısından önemli reformlar içeriyor. Umarız bu kısmî anayasa reformu toplumsal destek bulur ve gelecek seçimlerden sonra Türkiye'de yeni ve demokratik bir anayasa için geniş toplumsal mutabakat oluşur. Bu konuda inisiyatifin hükümetten değil muhalefetten gelmesi en sevindirici politik gelişme olacaktır. Türkiye'nin tüm değişikliklere rağmen 12 Eylül Anayasası ile AB üyesi olabileceğini düşünmek gerçekçi değildir.

Kaynak: Zaman