Türkiye'de ciddi dönüşüm ve değişim programlarının bizzat 'devlet' eliyle yürütüldüğünü, herhangi bir siyasi lider ya da hükümetin böyle bir programı tek başına taşımasının söz konusu olmadığını söylemek mümkün.
12 Eylül askeri darbesini eleştirenler, darbenin anayasasıyla, yaptığı hukuk dışı uygulamalarla, işkenceyle hesaplaşmaktan söz edenler, konu ekonomik modele gelince başlarını çevirmek zorunda kalırlar.
İşin bu tarafını konuşmaya başlayınca, 12 Eylül'le ortaya çıkan askeri rejimin, 24 Ocak (1980) kararlarının sadık bir uygulayıcısı olduğunu da görmek gerekir. Sözün kısası, darbenin siyasi boyutuyla hesaplaşmakta ısrar edenler, işin iktisadi tarafını ısrarla yok sayarlar.
12 Eylül aynı zamanda bir iktisadi model dayatmıştır ülkemize.
* * *
Türkiye, dünyanın nereye gideceğini doğru okuduğu için mi, yoksa Paul Henze'in 'Bizim çocuklar başardı' sözünde işaret edildiği üzere kendisine doğru 'okutulduğu' için mi böyle bir yolu seçti? Bunu tartışabiliriz.
Ancak 12 Eylül sabahı yönetime el koyan askerlerin, 24 Ocak bürokrasisiyle yola devam etmesi, hatta işin mimarlarından Turgut Özal'a siyaset sahnesinde 'geçit' vermesi, herhalde dikkat çekici bir işbirliği olsa gerek. O dönem askerler adına siyaset sahnesine çıkan/sürülen Turgut Sunalp'in, Özal'ın gelişini daha güçlü kılmak dışında bir misyonu olduğunu da hiç sanmıyorum.
* * *
Bugün gelinen noktada, dünyanın 'yeni bir düzen'e doğru ilerlediğine kimsenin şüphesi yok. Nitekim küresel çaptaki ekonomik krizin de yardımıyla bu yeni düzenin köşe taşları yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Türkiye'nin de masada yer aldığı G-20 zirvesi, bir karar alınamamış gibi görünse de, yeni dönemde kimin hangi sorumlulukları nasıl paylaşacağı yönünde önemli bir başlangıçtı.
Türkiye'nin kurulan bu yeni düzende yerini alacağına da kuşku yok. Mesele bunun hangi aktörler eliyle gerçekleşeceği. Ondan önce şunu sormak daha doğru olur. Acaba Türkiye bu yeni duruma ayak uydurmak için beklenenden daha erken tedbirler almış olabilir mi?
Geriye doğru baktığınızda 'Bu da nereden çıktı' dedirtecek pek çok gelişme, bu soruyla birlikte anlam kazanabilir.
Mesela Başbakan Erdoğan üzerinde oluşturulan 'Köşke çık' baskısı, Erdoğan'ın bu hamleyi savuşturmasının ardından ortaya çıkan cumhurbaşkanlığı krizi, 27 Nisan e-muhtırası, Erdoğan-Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesi, bunların sandığa yansıması ve AK Parti'nin yeniden iktidarı, türban ve kapatma davalarıyla ortaya çıkan kararlar.
Bugünün ışığında, özellikle de dünyadaki gelişmelerle birlikte bu zinciri yeniden değerlendirmek önümüze çarpıcı sonuçlar getirebilir.
Başbakan Erdoğan, bu gelişmelerin ardından 'devlet'le (özellikle de TSK ile) pazarlığa oturan, giderek 'devletin rengi'ne bürünen bir siyasetçi olarak eleştiriliyor.
Bu görüşe katılmadığımı farklı yazılarda ifade etmeye çalıştım.
Çünkü pek çoğumuz bir noktayı dikkate almıyoruz.
Dünyayla birlikte Türkiye de kendi bahçesini yeniden düzenliyor. Bu hem siyasetin, hem de iktisadi modelin yeniden şekillendirilmesi anlamına geliyor. Diğer yandan Ankara'nın bölgesel rolü üç-beş yıl öncesine göre hayal edilemeyecek düzeyde artıyor.
* * *
12 Eylül örneğini verdim. Farklı örnekler üzerinden de konuşabiliriz. Kabaca tanımlarsak, yakın tarihimizde hemen her büyük değişim bir şekilde 'devlet' eliyle oluyor.
Bugün için önemli bir farktan söz edebilir miyiz? Evet, mesela geçmişte asker siyasetin elinden tutup modeli oluşturan birinci aktör rolünü oynuyordu. Bugünse siyaset onun elinden tutup dünyada olup bitene uyum sağlamanın yollarını anlatıyor.
Bir de böyle bakmaya ne dersiniz?
Kaynak: Star