bugünün işi değil. Orta Asya’dan Anadolu’ya; Osmanlı’dan Cumhuriyet’e varolagelmiş bir durum. Yeniçerinin gerek kuruluş gerekse yok ediliş sebebi iktidarın kendini koruma kaygısı. Komitacılık, ihtilalcilik, cunta 20. yüzyılın dile kattığı sözcükler. Öncesinde ‘cemiyetçilik’ vardı.
Türk tarihinin Orta Asya asırlarının yansıdığı sayfalara bakıldığında istisnasız komutanlıkla hükümdarlığın tek kişide birleştiği görülür. Hanın uzun süre makul zorunluluk dışında bir sebeple otağda, sarayda tahtında oturup saltanat sürdüğü, orduya oğulları dahil itimat ettiği kişilerin komuta ettiği görülmez. Bunun sebebi hanların savaşa meraklı olmaları değildir kuşkusuz. Yabgu sıfatı üzerinde olan lider askerin iktidar erkini kendisine komuta eden kişinin şahsında görme eğiliminde olduğunun bilincindedir; komuta eden hükmeder! Bunun anlamı ordunun siyasi otoriteyi belirlemede birinci derece söz sahibi olduğudur. Nitekim Mete Han’dan Celaleddin Harzemşah’a Türk tarihinin büyük hükümdarlarının neredeyse tamamı tahtı babalarından doğal yolla tevarüs ve gösterişli merasimle değil silah zoruyla ele geçirmişlerdir. Esasen bizde saray kültürünün batıya yaklaşıldığında ortaya çıktığı, saltanat kavramının önce İran coğrafyasında ardından Abbasi görgüsüyle anlam kazandığı söylenebilir.

Neden Yeniçeri?
Yapılan araştırmalar Osmanlı devletinin imparatorluğa dönüştüğü süreçte bir ‘gaziler aristokrasisi’nin oluştuğunu gösteriyor. Beylik döneminde itaat düzeyi yüksek askerlerin padişaha kayıtsız şartsız bağlı olduğu, ancak sonraki dönemde fethedilen toprakların koruma ve idarelerine bırakıldığı tırmar sahibi komutanların ‘kul’ vasfını kaybettiği biliniyor. Yeniçeriliğin Orhan Gazi döneminde başlayan bu sıkıntılar sonucu doğduğu da. Genç yaştaki Hıristiyan çocuklarının devşirilmesiyle oluşturulan Yeniçeri’nin merkezde her an padişahın elinin altında olduğunu, ailelerinden koparılıp yetiştirilen bu askerlerin kendilerini sadece hükümdara, Osmanoğulları ailesine bağlı hissettiklerini unutmamak lazım. Söz konusu askerlerin yerli bir güç olmamaları dolayısıyla Anadolu ve Rumeli’deki Türk asıllı gazileri etkileyip isyana sevketmeleri ya da onların isyanına katılmalarından endişe etmek yersizdi. Merkezin gücünü en üst düzeyde tutmanın aracı olan Yeniçeri’nin bu nedenle sadece Osmanlı coğrafyasında değil dışında da çağın en etkili savaşçı birliği olmasını temin için donanımlı hale gelmesi, hükümdarlar nezdinde iktidarlarına yönelik tehdit olarak görülmedi.
Ancak iyi örgütlenmiş bu merkez kuvvetiyle Türk asıllı tımarlı sipahiler ve uç beyleri arasında çekişme hiç eksik olmadı. Hatta zamanla çekişme iktidar mücadelesine dönüştü. Örneğin Yıldırım Beyazıd sonrası yaşanan çözülmenin neticesini devşirme-kapıkulu aristokrasisi belirledi. Uç beyleri tarafından desteklenen şehzade Süleyman’ın karşısında kapıkulu-devşirme kökenli sipahi Beyazid Paşa ve ulemadan Çandarlı Ali Paşa’nın desteklediği Çelebi Mehmed galip geldi. Yeniçeri’nin iktidarı belirlemede rol sahibi olduğu ilk hadiseydi bu. Gerisi geldi elbette. Fatih sonrası iki şehzade Cem ve Beyazid arasında çıkan taht kavgasına bu açıdan bakıldığında, iktidar savaşını kazananın Türk asıllı tımarlı sipahiler değil yeniçeri-devşirme aristokrasisi olduğu söylenebilir. İç savaş denilebilecek mücadeleden sonra 2. Beyazıd rakipsiz olarak Osmanlı tahtına otururken kendisinden ‘kul cinsinden olmayanları iktidara getirmeyeceğine’ dair söz vermesini isteyen Yeniçeri kimin padişah olacağını belirleyecek güce erişmişti. O kadarla da kalmadı ‘Ocak’ meşru padişah tahttayken ve veliahdlık için farklı bir tercih içindeyken, Yeniçeri ondan desteğini çekip şehzade Yavuz Selim’i tahta çıkardı.

Yeniçeri-ulema işbirliği
Aslında asırlar öncesinde tanık olduğumuz tablolar yakın dönemde yaşadığımız hadiselerden çok farklı değil. 1960, 1971, 1980 ve sonrasında askerle üniversite, yargı, aydınlar arasında gözlenen dayanışma 16. yüzyıldan sonra belirgin hale gelen bir gelişme. Yavuz’un 1517’de Mısır’ı fethedip hilafet mührünü ele almasından sonra Osmanlı İmparatorluğu merkezinde Yeniçeri yanında etkin bir sınıf olarak ulemanın da prestiji arttı. Ve o tarihten itibaren Yeniçeri’yle ittifak eden merkezi bürokrasinin bu kanadı pek çok isyanda rol oynadı. Daha ötesi Yeniçeri’nin ulemanın desteğini almadığı isyanda sonuç elde edilmediği görüldü...
17. yüzyılda 1. Ahmed’in ölümünden sonra altı padişah bu ittifak sonucu
tahttan indirildi.
3. Selim Osmanlı-Rus savaşı sırasında acil ihtiyaç olduğu için Yeniçeri’yi takviye ama-cıyla orduya Türk ahaliden asker yazımını öngören ferman yayınladığında ayaklanan ‘Ocak’ fermanın geri alınması yanında Yeniçeri Ağası’nın sadaret makamına tayinini isteyecek kadar cüretkârdı.
Ancak bu süreçte Kanuni döneminde baş gösteren kokuşma 2. Selim’in saltanatında padişahın ‘Yeniçerilerin isterlerse çocuklarını asker yazdırabilmelerine’ izin veren fermanıyla mevcudu çığ gibi artan ocak imparatorluğun başına dert olma yoluna girdi. Devlete ve padişaha
sadakatin tamamen yitirildiği süreç 19. yüzyılda kanlı bir şekilde sonlandı.

Teamüle uygun tayin ve terfi
Orduda ‘teamül’ kavramı 3. Selim döneminde ortaya çıkmadı, yazılı olmayan bir kural halinde Türk tarihinin her döneminde olduğu gibi Osmanlı
Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı andan itibaren büyük çapta uygulanageliyordu. Ancak 3. Selim’in saltanat döneminde
tayin ve terfilerin kıdem esasına göre yapılması yazılı kural haline geldi.
Reform yapmak için yırtınan hükümdar makam ve mevkilerin parayla alınır satılır olmasını yasaklayıp oluşturmak istediği batılı manadaki modern askeri kuvveti ulemaya sempatik göstermek için ‘Asakir-i Mansure-i Muhammediye’ gibi sıfatlar icat etse de, gelenekçi ulema-Yeniçeri ittifakı duvarını aşamadı. Padişahı ‘Önemli bir hadise değil, rahatınızı bozmayın’ diye kandıran Sadrazam vekili Musa Paşa’nın, Şeyhülislam Topal Ataullah Efendi’yle işbirliği ve Yeniçeri kışlasını kontrol eden Kabakçı Mustafa’yı öne sürmesiyle hem Nizam-ı Cedid projesi son buldu hem de başta padişah olmak üzere reform yanlısı olup padişahı bu yolda teşvik eden saray bürokrasisi katledildi.
Sonrası malum. Zorlukla gelinen Tanzimat, Islahat süreci, itirazlar,
darbeler sarmalında ilerleyen
modernleşme çabaları ve gecikmenin önümüze getirdiği mukadder akıbet!...

Çerçeve
Murat Bardakçı!..

Murat Bardakçı’nın sert üslubunu yadırgasalar da 2010 ajansı eleştirilerinden etkileniyor.
Cemal Bardakçı’yı okumadan yakın tarih, özellikle Milli Mücadele dönemi ve Atatürklü yıllarda yaşanan kimi siyasi hadiseleri kavramak neredeyse imkânsız. Özellikle, Milli Mücadelede Ankara’da Partizanlar başlıklı makalesi, Anadolu İsyanları, Alevilik Ahilik Bektaşilik vb. 1981’de 94 yaşında vefat eden Cemal Bey’i tanımadım, okudum. Oğlu İlhan Bardakçı’yı ise yakından tanıdım, okudum, kendisinden çok şey öğrendim.
Gerek yazılı basın, gerekse TV programları ve yayımladığı kaynak eserler dolayısıyla ailenin en fazla bilinen ismi olan Murat Bardakçı’yı İstanbul’a geldikten sonra tanıdım. Bilgi arsızı, uzman olduğu konuda diliyle kalbi arasında fazla mesafe bulunmayan, huyca Yahya Kemal’in ‘Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendine’ sözüyle tarif ettiği İbnülemin’i hatırlatan, ancak özel hayatında fevkalade nezaketli bir insan olduğunu biliyorum.
Geçtiğimiz hafta İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı yöneticilerinin Fatih Altaylı’yı ziyaretini vesile addedip, yayın grubunun senaryosunu yazdığım Mahpeyker filminin tanıtımına destek olması için Habertürk’te gittiğimde, karşılayan ve Altaylı gelene kadar ev sahipliği yapan Bardakçı’ydı. Sert üslubunu yadırgasalar da 2010 Ajansı yetkililerinin onun eleştirilerinden etkilendiklerini gördüm. Musiki aletleri müzesi projesinden
başlayıp restorasyon çalışmalarında yapılan hatalara; el yazması değerli Kur’an nüshalarının siyasi baskıyla müzelerden çıkarılıp özel salonlarda sergilenmek istenmesinden, Bardakçı’nın cüz’i bir bedelle arşive kazandırdığı Reşat Ekrem Koçu’nun ünlü İstanbul Ansiklopedisi ve Koçu’nun bu tamamlayamadığı eserin müteakip ciltlerine ait notlarının birilerince 2010 Ajansı’na yüksek bir bedelle satılmak istenmesi girişimine kadar pek çok konu gündeme geldi.

Sonuç olarak bir kere daha kanaat getirdim ki, siyaset kültür alanında özellikle konu tarih ve İstanbul olduğunda ‘Ne yapmalı’yı, ya da hiç değilse ‘Ne yapmamalı’yı ‘Bir bilen’e bilenlere danıştıktan sonra yola çıkmalı.

Kaynak: Radikal