Büyük ve derin kırılmalara sebep olan bir hadise meydana gelmediği takdirde devletlerin hayatında da perşembenin gelişi çarşambadan belli olur. Türkiye 1. Dünya Savaşı’ndan çok önce Sultan Aziz zamanından başlayarak cumhuriyet kulvarına girmişti. Halkın çok partili, serbest seçime dayanan demokratik düzen talebi olmadığından değil, bastırıldığından dolayı 1946’ya kadar bekledik. 1960-2000 arasındaki 40 yıl Türkiye için gerek siyasette, gerekse aydınlar cephesinde ne irade, ne özgür düşünce bırakan ‘siyasi karadelik’tir.
Şüpheniz olmasın ki, Soğuk Savaş’ın bitmesine, SSCB’nin yıkılmasına, 11 Eylül sonrası dünyada yeni bir düzenin kurulmaya başlamasına en ziyade üzülen bizim ‘devletlü’ler olmuştur. Kadim düzen devam ediyor olsaydı 28 Şubat’ı süreç olarak değil, fiili darbe olarak yaşardık, keza 27 Nisan kesinlikle e-muhtıra seviyesinde kalmaz ihtilal bildirisi olarak yayınlanırdı. Ama olmadı, olamadı. Zira alışıla-gelenin aksine izin çıkmadı. İki mutasavver darbenin evrakının ortalığa saçılmasının sebebi, Ak Parti’nin esrarengiz ilişkileri, kurgusu falan değil, bu!..
Türkiye’nin ekonomik, siyasi ve bürokratik yapısıyla 21. yüzyılı şekillendirecek yeni düzenin parçası haline gelmesi de Ak Parti’nin değil dünyanın talebi. Ak Parti ve Tayyip Erdoğan’ın şansı, sadece kendi siyasi gücüne kalsa, göze alıp göğüslemekte ve üstesinden gelmekte zorlanacağı kökten bir değişim programı yerine, muhtemelen seçmen kitlesini hoşnut edecek kısmi düzenlemelerle yetinmek zorunda kalacakken, uluslararası konjektürün güçlü desteğini almış olmak.
Hülasa değişim ‘hazır elimiz değmişken yapalım’ düşüncesiyle ortaya çıkmış bir şey değil; birilerinin ‘bu kadarı kafi’ deyip rafa kaldırabileceği ya da geriye döndürebileceği bir şey değil. Siyasi hesaplar, pazarlıklarla savsaklanabilir, zamana yayılıp geciktirilebilir ama ne bürokratik elitin ne siyasetin ‘oynamıyorum’ deme şansı yok.(*)
Demokratikleşme süreci tamamlandığında hiçbir sorun kalmayacak, her yer günlük gülistanlık, her şey toz pembe olacak diye bir şey yok. Ne yolun ne zorun sonu var devlet hayatında. Kimi yeni adımların atılmasının zemini, başlangıcı olacak bu sadece.
Yaşar ve görür müyüz bilemem; ama bugünkü temposuyla dahi 10 yıl sonra Türkiye’nin sadece İslam toplumunun gözünde değil pek çok Batı ülkesi bakımından coğrafyasının sunduğu imkânlar, ekonomik güç ve sosyal potansiyelle imrenilecek noktada olacağından eminim.
Ama önümüzdeki 10 yıl zor bir dönem olacak.
Bugün silahlı kuvvetlere hâkim olmaya başladığı sezilen aklı selim sayesinde tünellerden ilkinin ucundaki aydınlığı az-çok görüyoruz. Gündemdeki Anayasa değişiklikleri gerçekleştiğinde, bir sonraki tünelden çıkış konusunda ümitlenebilecek noktaya geleceğiz. Siyasetin yeniden tanzimine sıra bunlardan sonra gelecek. Başkanlık-yarı başkanlık sistemi, dar bölgede seçim, tek veya çift meclis o günün işi.
Hayal görmemek lazım. Bütün bu düzenlemeler yapılıp çatı yeniden çatılana kadar fırsat eşitliği, eğitim, insanca yaşama hakkı vs. kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm. Derenin taşıyla tarlanın kuşunu avlama alışkanlığı, adam kayırmacılık, yolsuzluk, rüşvet, kayıt dışılıkla mücadele de.
Önümüzdeki 10 yılda medya da yeniden şekillenecek elbette.. Gazeteciliğin, yazarlığın bugün yapılandan farklı bir şey olduğu görülecek sanırım. Köprülerin altından suyun hızlı aktığı bir döneme girdik. Geleceğin Türkiye’sinde ‘reklamcılığı’ gazetecilik, pazarlamacılığı magazin haberciliği, eli yüzü güzel kızlara karalamayı öğretip sonra onları yazar diye sunma oyunu vs. bitecek herhalde. Burnunun dibindeki Irak’ta ne olup bittiğinden habersiz, yanardağın patladığı İzlanda’da halkın durumunu BBC anlatırsa öğrenen, hiçbir konuda bilgi sahibi olmayan ama her konuda fikir ve hüküm sahibi, Kırgızistan’da Mayevka köyünde evleri yakılıp arazilerine el koyulan Ahıska Türkleri’nin hali ne olacak, dendiğinde şaşkın şaşkın bakan, fakat reklam/tanıtım yapacağız gel eğlenirsin, denildiğinde dünyanın öbür ucuna uçan kazurat kalkacak mesleğin üzerinden. Kolay iş mi?..

Kaynak: Radikal