Türkiye, Brezilya ile birlikte yahut onun ardından İran’a yönelik yaptırımlara ‘hayır’ oyu verdi. Türkiye’nin son yıllarda izlediği dış politikayı yakından izleyenler açısından bu karar sürpriz değildi elbette.

Birleşmiş Milletler’de kabul edilen yaptırımların, özellikle beş daimi üye tarafından desteklenmesi, yaptırımlar üzerinde ciddi bir görüş birliği olduğu havasını vermişti. Ancak daha ilk günden Rusya’nın ortaya koyduğu tavır, fotoğrafın görünenden farklı olduğuna işaret ediyor.

Rus Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada ‘yaptırımların silah satışına engel olmadığı’ ifade edildi. Zaten Putin’in, hafta başında İstanbul’da verdiği mesajlar, İran konusunda tüm ‘büyükler’in aynı yerde olmadığını ortaya koymuştu.

***

Esasen BM’deki son yaptırım paketinin akıbeti için fazla beklemeye hacet yok. Bu yaptırımların özellikle ekonomik anlamda uygulanma şansı çok zayıf. İran yıllardır çeşitli ambargolar altında yaşamayı ‘öğrenen’ bir ülke olarak, bu tür baskıları delmek için pekçok ilişki biçimi geliştirmiş durumda. Aynı şekilde İran’la ekonomik ve stratejik ilişkilerini sürdürmek isteyen güçler de bu tür kanalları kapatmak niyetinde değil.

Ancak eğer meseleye yaptırım paketinin içinde olanlar üzerinden değil, bu aşamadan sonra İran’a yönelik farklı hamleler olup olmayacağı üzerinden bakarsak manzara değişebilir.

Dün de yazdım; bu denli köşeye sıkışmış, hızla yalnızlaşan bir İsrail (daha doğrusu bugünkü hükümeti), İran’a yönelik bir nükleer saldırıya en hazır ülke sayılabilir. Umarım sadece bir felaket senaryosu olarak kalır. Ama İsrail’i şu aşamada her türlü çılgınlığa kalkışabilecek bir ruh halinde görüyorum. Türkiye ve İsrail arasında ortaya çıkan krizin bu yönüyle de dikkat çekici olduğunu görmek gerekiyor.

***

Gelelim, Türkiye’nin BM’deki ‘hayır’ oyu üzerinden yapılan değerlendirmelere.

Malum bakış açısı özetle şöyle: Bu tercihin hesabını bugün olmazsa yarın vermek zorunda kalırız. Amerika ve İsrail’le ipleri bu kadar geren bir ülkenin başına beklenmedik işler gelebilir. Hükümet düşebilir, PKK terörü azgınlaşabilir, Türkiye dünyada yalnız kalabilir, vs.

Bu bakış açısının ne olup bitenle, ne dünya gerçekleriyle, ne de yakın gelecekle uzaktan yakından ilgisi yok.

Bölgede ‘değişim’ sürecini İsrail ve İran üzerinden birlikte okumayı denersek, Türkiye’nin ne yaptığını anlamak daha kolay hale gelir. Uluslararası sistem hem İran’ın, hem de İsrail’in mevcut konumlarıyla yola devam etmelerine sıcak bakmıyor.

Elbette iki ülke için öngörülen değişim sürecinin ayrıntıları farklı olabilir. Ama her ikisinde de ‘din’ merkezli yönetim anlayışlarının tasfiye edilmek istendiği çok açık.

***

Daha açık konuşmak isterdim. Lakin şöyle bir sorunumuz var. Türkiye’de dünyayı anlamımıza yardımcı olan merkezler, kurumlar, partiler, hatta cemaatler, hala Soğuk Savaş’ın algılarıyla dünyaya bakıyorlar.
Son 8 yıldır siyasette önemli değişimlere imza atan AK Parti’de Soğuk Savaş zihniyeti hala ağırlığını hissettiriyor. Keza dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteren Fethulah Gülen Hareketi de sıkça bu türden refleksler gösteriyor.

Türkiye’de egemen siyasetin seviyesi, Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin faal olduğu günlerden çok da öteye geçemiyor.  Bunu sadece siyasi partilere mahsus bir sorun gibi düşünmeyin. Neredeyse tüm yapıları saran tuhaf bir hastalık gibi pusuda bekliyor, beklenmedik zamanlarda ortaya çıkıyor.

Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun işinin ne kadar zor olduğunu görmek için bunları hatırlamakta yarar var.

Kaynak: Star