Tarih, vakıalardan ibaret olsa da “keşke şöyle olmasaydı” ya da “keşke böyle olsaydı” gibi uzayan temennilerle yazılır ve değerlendirilir çoğunlukla. Ve çoğu zaman küçük gibi görünen olaylar, tarihte önemli dönüm noktalarına işaret eder. Tarihi, örnekleriyle ve ibretleriyle doğru anlamaya çalışarak ancak geleceğin inşasına katkıda bulunabiliriz. Biliriz ki tarihi olaylar, küçük iyiliklerimizin ve hatta küçük kötülüklerimizin/ihmallerimizin neticesi olarak çıkar ortaya.
İslam’ın doğuşundan kelam tartışmalarına, tasavvuf ve fıkıhtan İslam Felsefesi tartışmalarına, oradan da günümüze kadar devam ede gelen bütün bir İslam Düşüncesini doğru okuyup doğru kavramak gerekmektedir. Bu fikri süreç, aynı zamanda İslam tarihinin siyasal sürecini de sağlıklı değerlendirme imkânını verecektir bize. Doğaldır ki bu düşünce ve bu tarih iyi anlaşılmadığı takdirde, İslam coğrafyasındaki, daha özelde içinde bulunduğumuz coğrafyadaki fikri ve siyasi serüveni doğru değerlendirmek ve geleceğe ilişkin uzun vadeli, kalıcı, makul çözümler bulup uygulamaya koymak mümkün olmayacaktır.
“Batı’nın Ortaçağı” sonrasında İslam Dünyası, dahili ve harici bir çok sebepten dolayı (bana göre en önemli sebep olan zihniyet problemi dolayısıyla) gelişmişlik sürecini durdurmuş; “modern dönem” ile birlikte gerileme ve mahkumiyet aşamalarını yaşamıştır. Sebeplerin ayrıntısına girmeden kısaca şu tespiti yapabiliriz; Batılıların, başta İslam Dünyasının hakimi konumundaki Osmanlı olmak üzere bütün “Doğu”ya yaşattığı sömürgecilik olgusu, beraberinde batılılaşma sürecini ve devamında ise modernleşme çağını getirmiştir. Bu süreçlerin tümü, süslü görünümlerine rağmen ideolojiktir. Son dönemde yaşadığımız ya da yaşatılmak istenen “postmodernizm” ve “küreselleşme” dönemleri de çok cazip biçimlerde sunulsa da arkaplanında siyasal, kültürel, ekonomik alanları kuşatma niyeti taşımaktadır.
Tüm bu olumsuzluklarla beraber son döneme geldiğimizde hem dünyada hem de Türkiye’de 1900' lü yıllardan itibaren İslam’ın/Müslümanların önce fikri planda, sonrasında pratik ve siyasal alanda ciddi yükselişini görmekteyiz. Her ne kadar son 300 yıla damgasını vuran Batı, geçen yüzyılın başında İslam dünyasını talan etmişse de bu, hem İslam’ın tepkisel olarak da olsa yükseliş gayretinden hem de Müslümanların 1500lerden beri ihmal ettikleri zihniyet dünyalarına ilişkin gayret eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. Hem Uzakdoğu’da hem Kuzey Afrika’da hem Ortadoğu’da hem de Osmanlı mirası olan bu topraklarda geçen yüzyılın başlarında tepkisel ve savunmacı karakterde uyanışlar olmuştur.
Fakat 20. yüzyılın ikinci yarısındaki, bana göre “2.uyanış hamlesi”, tepkisel yönleri olmakla birlikte daha makul ve gerçekçidir. Bu hamlenin zihniyet temellerinin daha sağlam bir şekilde oturtulması ve özeleştirilerin doğru yapılması durumunda, içinde bulunduğumuz yüzyıl tartışmasız olarak İslam’ın/Müslümanların hakim olma yüzyılı olacaktır.
Bu dönem uyanışına, dünya çapında öncülük eden/etki eden en önemli hareketlerden biridir Milli Görüş Hareketi. İhvan ve Cemaat-i İslami gibi hareketler, siyasal yönleri olmakla birlikte “eğitim ağırlıklı” hareketler olarak devam etmişlerdir çoğunlukla. İran merkezli uyanış ise, siyasal ve fikri aşamalarını birlikte yürütmesine rağmen, mezhebi merkeze alan bir yapı arz etmekten kurtulamamıştır. Bu açıdan bakıldığında Milli Görüş Hareketi, hem siyasal yönünü hem insan unsurunu hem de -zayıf da olsa- fikri yönünü birlikte götürebilmiştir. En azından bu potansiyeli hem ufkuyla hem de pratiğiyle içinde hep barındıra gelmiştir. Buradan hareketle, Milli Görüşün özgünlüğünden ve istikrarından bahsetmek mümkündür. Hatta siyaset alanındaki planlı-programlı mücadelesi Milli Görüşü, bu alandaki en önemli ve en tecrübeli hareket noktasına getirmiştir.
Bir düşüncenin/hareketin başarısını ya da başarısızlığını bu günden ortaya koymak çoğu zaman yanıltıcı olabilir. Mamafih bir olayın olma sebepleri kadar olmama sebepleri de önemlidir. Bu açıdan bakıldığında Milli Görüşün iktidarının uzun sürmemesi başarısızlık gibi değerlendirilemeyebileceği gibi, bir başka organizasyonun iktidarı başarısızlık gibi de görünebilir. Amacımız burada ille de bir şeyi başarılı göstermek, diğer bir şeyi ise başarısız göstermek gayreti değildir elbette. Ama gerçekte tarihin, ortalama elli yıl sonra daha sağlıklı değerlendirilebileceği gerçeğini göz önünde bulundurduğumuzda Milli Görüşün ya da Erbakan Hoca’nın -dünyevi anlamda- başarısını/başarısızlığını daha sağlıklı değerlendirmiş olacağız. Örneğin Sokrat kendi döneminin meczubuydu ama sonraki dönemde felsefenin mucidi olarak tarihe geçti. Hitler ise kendi döneminin kahramanıydı fakat tarihe büyük bir zalim olarak geçti.
Müslümanların son yüzyıldaki “uyanış”, (Üstat’tan ödünç alarak ifade edelim “diriliş”, daha konjonktürel bir ifadeyle “direniş”) süreçlerini değerlendirirken kendimize ve coğrafyamızdaki hareketlere haksızlık yapmadan değerlendirme yapabilmeliyiz. İnsanoğlu çoğu zaman elindekinin kadrini kıymetini bilmeyi ihmal eder. Bazı hareketlerin/düşüncelerin/şahısların kadri kıymeti kaybedildikleri zaman daha iyi anlaşılır. “Kim ki kendini tanır Rabbini tanır” düsturunu şahıslarımıza, guruplarımıza, coğrafyamıza, Müslümanlığımıza ve hatta insanlığımıza şümullendirmek mümkünse, denebilir ki Türkiyeli Müslümanlar Milli Görüş’ün ve Erbakan Hoca’nın kadrini kıymetini tam olarak bilememişlerdir. Ve konumuzla alakalı olan önemli bir tespit de şudur ki; Milli Görüş Hareketi’nin kadrolarının ve yöneticilerinin de bir kısmı bu hareketin ve hareket dışındaki potansiyelin tam anlamıyla kadrini bilebilmiş değillerdir. Bundan dolayıdır ki, ne tarihe geçtiğinde kadri-kıymeti daha iyi anlaşılacak olan Erbakan Hoca’nın liderliğinin sınırlarını zorlamak noktasında ne de Milli Görüş’ün doğal coğrafyasında usulünün/ufkunun gerçekleştirilebilmesi noktasında yönetici kadrolar yeterliliklerini yitirmişlerdir bütün samimiyetlerine rağmen. Hatta acıdır ki bu davaya katkıda bulunabilecek önemli birçok kişinin/potansiyelin önünde, farkında olmayarak engel olunabilmiştir.
Taşıdığı siyasi ve fikri potansiyel dolayısıyla, hem Türkiye’ye hem de İslam dünyasına hatta insanlığa çözüm sunabilen bir harekettir Milli Görüş. Bu gün itibariyle Milli Görüş Hareketi, önemli bir dönüm noktasındadır. Milli Görüş hareketinin mevcut partisinin rakamsal zayıflığını hesaba katarak bu hareketi değerlendirmek potansiyeli göz ardı etmek olur. Farklı coğrafyaları ziyaret edenler bilirler ki İslam dünyasının Milli Görüş’ten anladığı, “ikibuçuk” rakamı değildir. Abartısız bir şekilde ifade edelim ki, dünya Müslümanları Türkiye’den çok şey beklemektedirler ve bu beklentileri hala Milli Görüş çizgisindendir.
Fakat Milli Görüşteki olumsuz gelişmeler, İslam Dünyasının aydınlarını ve kanaat önderlerini de bu hareket hakkında düşünmeye sevk etmiştir. Milli Görüş Hareketi yaşadığı tecrübeleri sanki yanlış yorumlamaya devam etmektedir. Bu dönüm noktasında, doğru değerlendirme yapamazsa tarihe haksız bir kayıtla geçebilir Milli Görüş. Ve böyle bir durumda bir hareket kadar, o hareketle özdeşleşmiş bir lidere de yazık edilmiş olur. Diğer bir yönüyle baktığımızda biliriz ki tarih aynı zamanda çok insafsız olabilmektedir. Dolayısıyla Milli Görüş ve Türkiyeli Müslümanlar, 2.seçim mağlubiyetini bir dönüm noktası olarak görmeli ve bu dönüm noktasını çok iyi değerlendirmelidirler.
Son on yılda Türkiye’de ve özelde Milli Görüş hareketinde yaşananları akl-ı selim insanların tekrar tekrar değerlendirmesi Ümmetin menfaatinedir. Çünkü Milli Görüş yerli özelliklerine rağmen İslam Dünyasına malolmuş bir harekettir. Dolayısıyla yapıp ettikleri Açe’den Sancak’a, Somali’den Moğolistan’a kadar Müslümanların gündemindedir ve onları etkilemektedir. Bu coğrafyalara gidenler bunun abartı olmadıklarını iyi bilirler. Bu dönüm noktasında Milli Görüş hareketinin kadrolarının ve yöneticilerinin yanlış değerlendirme yapma lüksleri yoktur. Bunu “ictihat” deyip fıkıhta “iki sevap, olmazsa bir sevap” hesabıyla değerlendirmek, Ümmetin derdine deva olmayacaktır. Bundan sonrası ile ilgili alınacak kararlar bu hareketin en önemli imtihanı, belki de son şansı olacaktır.
Evet Milli Görüş bir arayış içindedir, değilse bile olmak zorundadır. “Yenilik ve değişim” bir partinin tekelinde olamayacak kadar evrensel kavramlardır. Bu kavramlar aynı zamanda ilahi kanunlarla da ilişkilidir. “Bir topluluk kendinde olanı değiştirmedikçe Allah o topluluğu değiştirmez” ilahi düsturuyla beraber Kitabımız’ın bir çok yerinde yeniliğe vurgu yapılır. Bireyler gibi örgütler de devletler de doğarlar büyürler ve ölürler. Bunları kalıcı kılacak olan zihniyetleridir. Zihniyetlerin kalıcılığı ise fikirlerin gelişimi ve kadroların yenilenmesiyle ancak mümkündür. Bu yeniliği ve değişimi Milli Görüş’ün yöneticileri kendi elleriyle yapmalıdırlar. Ve bu alanda yaygın hale gelen ya da getirilmek istenen fobilerden bir an önce kurtulmalıdırlar.
Bu hususlarda fikir beyan edenler için de benzer fobilerle yaklaşılmaktadır. “Dışarıdan gazel okumak” ya da “dışarıdan bölmeye çalışmak” şeklinde korku içeren yaklaşımlar sergilenmektedir. Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki “hikmet müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır”. İkincisi bu hareket ümmete malolmuşsa ümmetin her bireyi ve her organizasyonu bu konuyla ilgili görüş beyan etme hakkına sahiptir. Üçüncüsü ise, gözünü Yeni Devir-Milli Gazeteyle açan, ilk duyduğu isimlerden biri Erbakan olan, hiçbir basamağı atlamadan bu hareketin farklı kurumlarında ve katmanlarında ömrünce görevler alan, en önemlisi hayatının her aşamasında bu harekete ve kurucusuna vefalı olmayı borç bilen biri bu satırları yazmaktadır.
Korkularımızı bir tarafa bırakarak, “tecdid ve tağayyur”u, Müslümanca bir yaklaşımla ele almalıyız. Ve somut olarak içinde bulunduğumuz (oluşturulmuş ve oluşturduğumuz) girdaplardan kurtulmanın yollarını masaya yatırmalı ve çözüm için cesaretle adım atmalıyız. Aksi takdirde Milli Görüş’ün ve genel anlamda Müslümanların önünde iki önemli tehlike bulunmaktadır; marjinalleşme ve yozlaşma tehlikeleri. Ve maalesef son birkaç yıldaki uygulamalarla birinci aşamanın eşiğine gelinmiştir.
Marjinalleşme ya da yozlaşma tehlikelerinden biri diğerine göre daha iyi değildir. Üçüncü yolu zorlamalıyız. Bu pekala mümkündür. Bir yönüyle çok hassas/ölçülü/ilkeli diğer yönüyle kuşatıcı/açılımcı/kalıcı yönü olan bir çözüme ihtiyacımız var. İçe kapanmanın küçültücülüğü ile ölçüsüz dışa açılmanın hormonlaştırıcılığı arasında “vasat” bir yol bulunamaz mı?
Seçim sonrası, Milli Görüş için olumlu ya da olumsuz her halükarda önemli bir aşama olacaktır. Doğru tercih bu hareketi ve dolayısıyla Müslümanları sevindirecekken yanlış tercihte ısrar ümmetin üzüntü sebebi olacaktır. Dolayısıyla direkt ya da endirekt ilgili herkes konuyla ilgili üzerine düşeni bihakkın yerine getirmelidir. Milli Görüş’ü anlamlı ve kalıcı kılan fikriyatıdır. Bundan sonraki tercilerde, bu fikriyatı Dünyadaki gelişmeler doğrultusunda yeniden yorumlayabilecek ve fakat ana ekseninden (tevhid) saptırmayacak kadro/kadrolar tercih edilmelidir.
Tüm korkulardan uzak bir şekilde, bu davanın hayrı için en geniş anlamıyla istişareler yapılmalı ve bu doğrultuda karar verilmelidir. Bu dava basit-dünyevi bir hareket değilse bu davanın sahibi şüphesiz Allah’tır. Onu koruyacak ve yüceltecek olan da odur. Dolayısıyla bu işin en makulü “biz olmazsak olmaz” mantığından kurtularak meselenin “Ümmet”e sorulmasıdır. Açık yüreklilikle isimler, kadrolar ve bunların savunuları üzerinde tartışmalar yapılmalıdır. Yönetebilme iddiasını ortaya koyanlar yadırganmamalı ve fitneyle itham edilmemelidir. Unutmayalım ki Hz. Osman “yönetebileceğini” iddia ederek projelerini ortaya koyduğundan dolayı Hz.Ali alternatifine tercih edilmiştir. Yani “biz yapabiliriz” talebi-iddiası meşrudur. Dış güçlerin, özellikle de siyonizmin oyunlarından haberdar olmak ve haberdar etmek önemlidir. Fakat atılan her adımın arkasında dış güçleri aramak, ya da her cesur iddia sahibini bu şekilde tahfif etmek korkuları arttırmaktan ve özgüveni zedelemekten başka bir sonuç doğurmaz. Bunun neticesi ise küçülmek ve yok olmaktır.
Tüm bu istişareleri yaparken çıkacak netice hoşumuza gitse de gitmese de neticesini, “ümmetin hayrınadır” düşüncesiyle ümmete bırakmalıdır. Çünkü mevzu bahis olan hareket, kişisel ve ulusal olmaktan çıkmış, hem iddialarıyla hem de yapıp-ettikleriyle ümmete mal olmuştur. Ve bu istişareler sadece “yan kuruluşlar” (ki bu alan da daraltılmıştır) diye tanımlanan kuruluşlarla değil, katkısı olabilecek her kurum ve her kanaat önderiyle yapılmalıdır. Acıdır ki son 10 yılda çoğunlukla küskünlük dolayısıyla aktif siyasetin içinde olmadığı halde, güzel günlerin özlemini duyan yığınla insanımız bulunmaktadır. Özellikle AKP’nin yalın realpolitik siyaset kaygısı, güzel günlerin özlemini duyan çok kıymetli bir kitleyi alternatifsiz bırakmıştır.
Bu süreçte gençliğe çok büyük görevler düşmektedir. “Yaşlılar gibi davranabilen gençler”den bahseder kutlu Peygamberimiz. Yani “olgun ve ağırbaşlı” davranmasını ister gençliğin. Duygusal dönemlerde gençlik kendine daha çok hakim olmalıdır. Ve kendini yanlış yönlendirmelerden korumalıdır.
Tüm bu ve buna benzer hususlara dikkat edilir ve her yönüyle “yarım asırlık bir mücadeleye ve Müslümanlığımıza” yakışır bir yöntemle seçim sonrasının analizi yapılır ve çok hızlı değişime gidilebilirse, en başta zikretmiş olduğumuz, “Müslümanların aleyhine görünse de aslında lehine gelişmekte olan bu yüzyıldaki süreç”e Türkiye’den çok anlamlı bir katkı ortaya konmuş olur. Ilımlı-Radikal bağlamına hapsedilmek istenen gayretler, edilgenliği/tepkiselliği bir tarafa bırakarak “vasat ümmet”e yaraşır biçimde kendi kendisini ortaya koyma fırsatını bulur.
Bu ideal kaçınılmaz olarak gerçekleşecek. Biz layık olur, nefislerimizi aşabilir ve yıllarca savunduğumuz “birlik”leri (İslam Birliği vb.) kendi partimiz ve coğrafyamız için uygulayabilirsek bizim elimizle gerçekleşecektir. Ama bu büyük iddialara yakışmayacak küçük hesaplarla bu hareketin önünü açmamakta direnirsek sünnetullah tecelli edecek ve yerimize “daha layık topluluklar” getirilecektir.
NOT: Yukarıdaki yazı, 16 Mart 2006’da 9 Nisan’daki SP kongresi öncesinde yazılmıştır. Yazılanların, geçerliliğini ve gerekliliğini aynen koruduğu düşüncesiyle -sadece kongreye atıfta bulunulan kısımlar değiştirilerek- yeniden yayımlanmıştır. Bundan sonraki yazılarda, Milli Görüş ve İslamcılık fikriyatına ilişkin daha pratik çözümlemeler yapılmaya çalışılacaktır.