Tarihte nice olaylar vardır ki gerçekleştiği gün önemi anlaşılır. Kimi olayların öneminin anlaşılması ise zamana ihtiyaç duyar. Bazı duruşların (konumuz itibariyle ifadelendirirsek direnişlerin) ve hatta sözlerin anlaşılması, gerçekleştiği gün farklı yönleriyle anlaşılsa da esası itibariyle fark edilişi zamanla mümkün olmaktadır.

 

Geçen yıl bu günlerde yaşadığımız Lübnan’daki direniş, hem usulü hem de üslubu itibariyle çokça örnekler ve ibretler ortaya koyan cinstendir. Yaşanan olayları takdir etmek dışında iyi taraflarından dersler çıkartabilir ve eksik/kötü taraflarından ibretler alabilirsek tarihi daha iyi anlamış oluruz.

 

Tabi en sık rastladığımız “masa başı eleştiri” suçlamasının da bir çeşit kompleksten kaynaklandığını düşünmekteyiz. Elbette en ulvi çalışmayı yürüteni dahi gönül rahatlığıyla eleştirebilmeliyiz. Bu hem sorumluluğun gereğidir hem de daha iyisini yapmanın yolu eleştiri yapabilmek ve eleştiriye açık olabilmekten geçer.

 

İşte bu sebepten dolayı biz bu yazımızda direnişin usulünü, sonraki yazımızda da direnişin üslubunu geçen yılki Hizbullah direnişi örneğinden hareketle ele almaya çalışacağız.

 

Osmanlının çöküşünden sonra halkların kurtuluş savaşı şeklinde ortaya çıkan direnişler 50’li yıllarda devletlerin bağımsızlık mücadeleleriyle devam etmiş, yine bu dönemlerden itibaren ağırlıklı olarak sol hareketlerin (zaman zaman devletleşerek) direnişiyle sürmüş, uyanışları 50li yıllardan öncesine dayansa da 70’li yıllardan itibaren ise İslami cemaat ve örgütlerin zaman zaman şiddet içeren direnişleri söz konusu olmuştur. Konumuz itibariyle ağırlıklı olarak son dönemleri inceleyeceğimizden İslami direnişin usulü üzerinden yazımıza devam etmekle beraber daha kuşatıcı direniş kültürüne doğru eğilmenin gereği üzerinde duracağız.

 

Şüphesiz son on yıllarda direniş (İslam coğrafyası itibariyle), daha bir yakınımızda cereyan etmekte ve yaşadığımız atmosfere rengini vermektedir. Direnişin kaçınılmaz bir yol olduğu ön fikri ile hareket ederken elbette direnişin niteliği üzerinde çokça kafa yormak gerekmektedir. Konumuz itibariyle direnişin gerekliliği-gereksizliği tartışmasına girmeyeceğiz. Haklı direnişin haksız uygulamaya maruz kalması konusunda haksız saldırıların izahından çok, haklı olmanın haklı görünmek için yeterli sebep olmadığını tartışmaya çalışacağız.

 

Geldiğimiz nokta itibariyle hayatın her alanını kuşatması gereken direniş oluşumlarına ihtiyaç vardır. Direnişin silaha endekslenmesi nasıl büyük bir yanılgıysa silahsız direnişi hayatın her evresinde ve coğrafyasında savunmak da bir o kadar kolaycı bir yorumdur. Dünyanın “bizden ya da bizden değil” şeklinde kategorik ayrıma tabi tutulduğu 11 Eylül sonrasında eline silah alan herkesin direnişçi sayılmayacağı gibi, eline silah alması gerekenin her yaptığı da doğru değildir. Direnişin şekli ve kültürü tam da bu dönemde daha bir önemli hale gelmiştir.

 

Dünyanın hem insanıyla hem de doğasıyla büyük bir haksızlığa maruz kaldığı bu dönemde herkesin direnişin bir ucundan tutma zorunluluğu vardır. Tam da bu noktada bilmeliyiz ki direnişin en önemli usullerinden biri, direnişi sadece bir gurubun, örgütün, cemaatin hatta devletin misyonu gibi algılamanın yanlışlığıdır. Direniş; inancı, dili, devleti farklı olsa da her türlü haksızlığa eliyle-diliyle ve gönlüyle olabildiğince karşı durmak, yıkmak yerine inşa edici olmak demektir. Direnişe farklı boyutlarıyla katkıda bulunanlar diğerini kendisine engel gibi görmek yerine kendini tamamlayan önemli bir parça gibi görmelidir.

 

Direniş aynı zamanda kutsal bir görevdir. Bu yönüyle direniş, her yaratılmışın, yaratılma gereği olarak bu dünyadaki en önemli vazifelerden biridir. Direnişin bir diğer parçası olarak inşa etmeyi alıyor ve dolayısıyla ayrıca değerlendirmesine girmiyoruz. İnşa ediciliği direnişten ayrı bir vazife olarak ele almak gerekirse onun da önemini (hatta usul ve üslubunu) ayrıca ele almak gerekir.

 

Direnişin tek bir yöntemi yoktur. Nebevi yöntem ya da şeytani yöntem diye damga vurmadan önce yapılan direnişin mahiyetine ve direnişi yapan kişilerin karakter-ahlakına bakmak ve varmak istedikleri noktayı doğru anlayabilmektir önemli olan. Dolayısıyla bir direnişte kullanılan alet-edevatın kendisi değil o direnişin tuttuğu yer ve direnişçinin varmak istediği nokta daha önemlidir.

 

* Üstat’ın aydınların işidir dediği “diriliş” ifadesine -haddimizi bilerek- saygımızı ifade ederken, daha somut bir başkaldırıyı ifade ettiğinden “direniş”i tercih etmemiz umarım kastettiğimiz dışında yanlış anlaşılmaları doğurmaz.

 

 

[email protected]