BAŞBAKAN Erdoğan'a "ulusal sorunda parti ayrılıklarını aşarak dayanışma" örneğini kendi siyasi tarihimizden yansıtayım...
Bakınız Menderes nasıl da ustaca yaklaşmış konuya...

Kıbrıs'ta çözüm için ve anayasa yapımı için 1950'li yılların sonunda dönemin Başbakanı Menderes, ana muhalefet partisi CHP'nin en parlak milletvekillerinden Prof. Nihat Erim'den yararlandılar.
Merhum Erim, uzun uzun düşündükten sonra "ulusal bir sorun olduğu" ve "dar parti hesapları yapılamayacağı" gerekçesiyle öneriyi kabul etti. Gerçekten ortaya iyi bir çalışma koydu.
Londra ve Zürich anlaşmaları sonrasında Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası kabul edildi. Uygulamaya konuldu.
Erim'i eleştirenler, CHP'ye ihanetle suçlayanlar oldu ama bugünden geriye bakıldığında Prof. Erim'in kararının doğru olduğu açıkça görülüyor.
Fakat... Erim'in kararı kadar, hatta daha fazlasıyla önemli olan, merhum Menderes'in onu istemiş olmasıdır.
Erim'in akademik zenginliği, müzakere tekniği ve siyasi birikimi ötesinde sanıyorum bir hedefi de, Kıbrıs gibi, Türk kamuoyunun çok duyarlı olduğu bir konuda çözümü sadece kendi partisi DP'nin girişimi olmaktan çıkarmaktı.

Böylece CHP'nin en popüler isimlerinden Prof. Nihat Erim'i de yanına alarak partiler üstü bir vitrin çizmeye çalışmıştı.
Onun şahsında DP'li olmayan seçmenden de sıcaklık bulabilmişti.
Zürich ve Londra anlaşmaları nedeniyle Türkleri ve Rumları aynı bayrak, aynı devlet altında toplayan ama Türklere önemli haklar sağlayan Kıbrıs Anayasası, Türkiye kamuoyunda da benimsenmiştir. Bugün hâlâ Türkiye uluslararası platformda o anayasayla Kıbrıs Türklerinin kazanılmış ama Rumlar tarafından çiğnenmiş haklarına dayanarak tezini savunmaktadır.

Başbakan Erdoğan, yakın tarihin bu tür örneklerini referans alan politika ufuk turlarından yararlansa, sanıyorum ihtiyacı olan mutabakatı sağlamakta tutarlı başlangıçlar yapabilir.
Çünkü o örneklerde Türkiye insanının psikolojisi, Türkiye siyasetinde partiler arası satranç hamleleri var.

ÖZAL ve ERDOĞAN 
ÖZAL'dan da "açılım" için Erdoğan'a iki anı...
1- Özal sık sık "Allah'ın ipine tutunun" der ve bir ipi örgü halinde oluşturan burulmuş daha ince ipleri gösterirdi.
"İplerin tek tek kolayca kopabileceğini, oysa bir arada burularak örülmüş ipin kopartılamayacağını" söylerdi.
Zorlu ağırlıkları çukurdan çekip çıkarmak için farklılıkların örüldüğü sağlam ipe gerek var.
2- Bir genç, dergâha katılır. Şeyhinden feyzalacaktır.
Dergâhta kaldığı sürece çok şey öğrenir. Dergâh sınavlarından başarıyla süzülür.
Nihayet şeyhinin huzuruna alınır. Artık "olmuş sayılacağından" emindir.
Fakat... Şeyh, ona "son bir eğitimin daha kaldığını" söyler.
"İskenderiye'ye git, oradaki hamalbaşı falancayı gör. Zamanı gelince o seni bana geri gönderir" der.
Genç alınır ama gene de ses etmez. Yola koyulur. İskenderiye'ye varır. Hamalbaşını bulur, "kendisini şeyhin gönderdiğini" söyler.
Hamalbaşı hiç renk vermez. Gayet doğal bir yüz ifadesiyle "Şuradaki un çuvalları yığınını görüyorsun, bak hamallar o çuvalları alıp, rıhtımdaki yelkenliye taşıyorlar. Sen de aynı şeyi yapacaksın ama dikkat et çuvalları siyaseten koy" der.
Genç mürit bu kez alınmış olmaktan öte, iyice öfkelenir, "Bunca eğitimden sonra hamallık sınavı mı?" diye hırslandıkça hırslanır.
O öfkeyle burnundan soluyarak bir un çuvalını sırtına yükler, götürür, kızgınlıkla yelkenlinin tahtaları üzerine fırlatır.
Çuval parçalanır. İçindeki unlar dökülüp saçılır.
O anda gözü diğer hamalların çuvalları usulca ve özenle yere bırakışlarına takılır. Bir anda zihninde aydınlanma olur.
Hamalbaşının "çuvalları siyaseten koy" söyleminin kerametini anlar.
Mahcup olur.
Daha sonraki çuvalları yelkenliye yavaşça ve özenle "siyaseten" koyar.
İşte o zaman hamalbaşı ona "sınavı geçtiğini" söyler.

Kaynak: Milliyet