Akif'in hikâyesi o devirler itibarıyla çok özel olmasa gerek. Bu hikâye pek çok hanede bir izdüşümünü bulabileceğimiz türdendir. Maddi karşılıkların, ödüllerin küçümsendiği, "Hak yolunda" akıl almaz fedakârlıkların yapıldığı hikâyeler... Şaşırtıcı olan şudur: Nasıl oldu da Türkler iki üç kuşakta, dünyanın en tüketici halklarından biri haline geldi? Bu sorunun cevabı, belki yine hane tarihindeki kültürel kırılmalar üzerinden izlenebilir.  
  
Geçenlerde, özel bir kanalda milli şair Mehmed Akif ile ilgili, Dücane Cündioğlu, Mehmet Doğan ve Orhan Okay gibi otoritelerin de katkıda bulunduğu bir TV programını izliyordum. Bilindiği gibi Akif, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara'da Taceddin Dergahı'nda kalıyor; Millet Meclisi'ndeki görevine devam ediyordu. Şehirde sert soğuklarıyla bir bozkır kışı hüküm sürmekteydi. Şair, bu sıralarda, İstiklal Marşı için düzenlenen yarışmaya katılmayı reddetmişti. Sebebi, yarışmanın ödüllü olmasıydı. Akif'in inançlı aklı bu işin maddiyat karşılığı yapılmasını içine sindiremiyordu. Neden sonra Hamdullah Suphi'nin ısrarıyla, hiçbir maddi karşılığın olmayacağına dair teminat verildikten sonra; Akif, belki de yeryüzünde yazılmış en güzel şiirlerden birisini kaleme aldı. Ama ilginç olan, Akif'in o sıralarda Ankara'nın soğuk kışına dayanmasını sağlayacak, kendisine ait bir paltosunun bile olmamasıydı. Başka bir meb'us arkadaşıyla bir paltoyu paylaşıyordu....

Ne kadar dokunaklı ve hayranlık verici değil mi?.. Bu duygularla programı izlerken birden reklam arası verildi. Bir bankanın tüketici kredilerini özendiren reklâmı ekranda belirdi. Türkücü Müslüm Gürses, ağdalı senkop ve tonlamalarla okuduğu malum bir parçasına yeni sözler giydirerek reklama katkıda bulunuyordu. Tatilden başlayarak ihtiyaçlarını sıralıyordu Müslüm "Baba". Nihayet kahredici sözler geldi: "İhtiyacım varr yeni bırr elbiseye". O an zihnim bir vurgun yemiş gibi oldu. Tuhaf hislerle paltosuz bozkır kışına direnen Akif'i hayal ettim. Aslında Akif'in hikâyesi o devirler itibarıyla çok özel olmasa gerekir. Bu hikâye pek çok hanede bir izdüşümünü bulabileceğimiz türdendir. Maddi karşılıkların, ödüllerin küçümsendiği, "Hak yolunda" akıl almaz fedakârlıkların yapıldığı hikâyelerdir bunlar. Hikâyeler nesilden nesle aktarılmıştır. Harp yıllarıdır bu yıllar. Kurtuluş Savaşı'nı veren "altın nesil"in "gümüş nesil" çocukları, İkinci Dünya Savaşı'nın yokluk yıllarında yine ebeveyninin takip ettiği yolun yolcusudur. Hikâyeler, hikâyelere eklemlenir; yoksul ahşap evlerin duvarlarında yankılanır; sofalarına, avlularına siner, içinde etin mi, derdin mi piştiği belli olmayan bacalarından tüter. "Duruş" hikâyeleri geleneksel Türk mimarisinin elimizde kalan son örneklerinde hâlâ tazedir. Bu dile bana Kierkegaard'ın meşhur "ayna" örneğini düşündürüyor. Zaman tünelinden çıkan eski bir Türk evine bakalım. Bir süre sonra fark ederiz ki, bizim ona baktığımızdan çok; metruk, köhne; lakin hâkim bakışlarıyla "o" bize bakmaktadır. Hikâyenin bir mübalağa sanatı olduğu ve her hikâyede bir abartı olduğu kabulümdür. Ama muhtemel mübalağa ve tahrifat paylarını düştükten sonra bile bakiyenin yeteri kadar ikna edici olduğu aşikârdır. Şaşırtıcı olan şudur: Nasıl oldu da Türkler iki üç kuşakta, dünyanın en tüketici halklarından biri haline geldi? Bu sorunun cevabı, belki yine hane tarihindeki kültürel kırılmalar üzerinden izlenebilir.

Konfor ve estetik bir arada olmuyor

"Home, sweet home" burjuva mekan kavrayışını taçlayan bir deyiştir ve her haliyle modernliğin içinde somutlaşır. Kadim dünyada "ev" özel bir değerin konusu değildir. Kadim feylozof Aristo, özel ve kamusal arasındaki ayırımı en net şekilde ortaya koyuyordu. Özel alan, yani hane hayatı, eski Grekçede "idion" olarak kavramlaştırılır. Semantik açıdan bakıldığında "idion" son derecede olumsuz bir anlam içerir. Nitekim daha sonraları, mesela İngilizcede ahmak anlamına gelen "idiot"a dönüşecekir. Aristo, hane hayatını (idion); yücelttiği ve politik küreye indirgediği kamusal hayat (koinon) karşısında olumsuzlar. Hane hayatı politika-öncesi bir haldir ve hiçbir medeni değere karşılık gelmez. İnsanın yücelmesi ve kendisini gerçekleştirmesi, evinin eşiğinden öteye adım atmasıyla ve site hayatına katılmasıyla başlar. Politika sitenin işleridir ve incelmiş ruh haliyle sürdürülür; retorik ve özel olarak hesaplanmış beden hareketleriyle işlenerek teatral dünyayla buluşur. Aristo'nun felsefi olarak işlediği bu bakış aslında binlerce yıllık kadim bir tarihin yaygın kavrayışını yansıtır. Peki neden böyledir? Bunun ilk sebebi, iş ile hane arasında bir ayrımın eski dünyada olmayışıdır. Kadim insanı evinde bir düşünelim. Bütün pisliği ile tezgâhlar, alet ve edevat, atıklar, haneye sinmiş istenmeyen kokular; ortalıkta koşturan velvele yapan çocuklar, dır dır eden kadınlar, beceriksiz çırakların kırıp döktükleri... Kim böyle bir evde yaşamak ister ki? Hesiodes'in "İşler ve Günler"de iş yapmayı küçümsemesini anlamak lazım.

Köle sahibi olmak, işin yükümlülüklerinden kurtulmak ve dışarıya çıkmak için daha çok fırsat bulmak anlamına geliyordu. Kirlerden paslardan arınmanın yoluydu bu. Özenli, bakımlı özgür yurttaşlar, biz modernlerin tersine dışarıda rahatlıyorlardı. Yükümlülüklerinden kurtulmuş ve hali vakti yerine gelmiş insanların hane dünyası da bir dereceye kadar bundan nasibini alacaktır. Hatta göreli bir konfor artışından bile bahsedebiliriz. Zengin Romalıların yatarak uzun ev sohbetlerinde bulunması, symposium kültüründeki çeşitlenmeler sözü edilen dönüşüme işaret eder. Böyle bir ortamda estetik kaygılar kızışır; hane tezyinatı baş döndürücü bir hızla gelişir. Bu aslında belli bir zenginlik seviyesinde dış dünyanın iç dünyaya ya da "koinon"un "idion"a sirayet etmesidir. Mahremiyet göreli olarak ayrışır. Haremlik-selamlık ayrımı da burada ortaya çıkar. Bu ayrım kadın-erkek ayrımı olmaktan önce, hanenin içinde mikro bir "koinon" oluşturma (selamlık) meselesidir. "Selamlık" karşısında mahrem olan (harem) içeriye çekilir ve gözlerden uzak tutulur. İstanbul'da Zeyrek ve Süleymaniye'deki konak kültürü bunun en çarpıcı örneklerini oluşturur. İş ve hane hayatı arasındaki ilişki ortadan kalkmaz, olsa olsa farklı bir çerçeve kazanır. Atölye ev ile ofis ev arasındaki farktır bu. İlber Ortaylı, "İstanbul'dan Sayfalar" kitabında devlet ricalinin yaşadığı bu semtlerde konak hayatının bir ofis hayatı olarak işlemeye devam ettiğine işaret ediyor. Türkler 1980'li yıllara kadar evlerinde bir misafir odası yapma alışkanlığını sürdürmüşlerdir. Bu mikro bir koinon, başka bir şey değildir.

Evdeki kamusal alanda birincil kaygı konfor değil, prestij gösterisidir. Yani, bir gösteri etkisi hesap edilir. Elbette ki, atölye-ev'e göre bir konfor farkı vardır. Ama belirleyici değildir. Bu durum, şehirlerin canlandığı 12. yüzyıldan başlayarak, içine Barok ve Rokoko dünyayı da alarak aşağı yukarı 18. yüzyıl sonlarına kadar devam eder. Aristokratların bu tarihte özel bir yer işgal ettiğini biliyoruz. Hümanizma ve Rönesans çağlarında gelişen İtalyan kentleri, mesela Venedik ve Floransa, bu prestij yarışının estetik ve süsleme tarihinde ulaşabileceği en çılgın örneklerini oluşturur. Biz Türkler de kendi mimari ethos'umuz içinde bu dönüşümleri yaşamışızdır. Lale Devri mimarisi, Boğaziçi, Adalar, Anadolu İstanbul'undaki 18. ve 19. yüzyıl yapılaşmaları ve nevzuhur tarz-ı hayatlar bu süreçlerin bizdeki aks-i sadasıdır. Ama şimdi bir düşünelim: Bu güzelim evlerde yaşamak modern bir insanın isteyeceği bir şey midir? Bunu istemek için Baudrillard'ın dediği gibi ince bir "retro" temelli ince bir "ayartılma"dan geçmek gerekiyor. Bu karşımıza önce ve en yaygın olarak nostalji yüklü bir "mersiye" düzeyinde çıkar. "Ahh eski mimarimiz, ah eski Türk evi" edebiyatını kastediyorum. Üdeba ince zevkli bir kısım zevatın söylemidir bu. Mesela bir retro spekülatör tarafından ayartılmış ve bu ayartılmanın bedelini ödemeye hazır bir İtalyan Venedik'te bir ev ya da ince zevkli, tarih âşığı bir Türk de, Boğaz'da yalı alabilir. Sonrası hummalı bir restorasyondur. Modern dünyanın konforu eski görünümlü yeni yapıya şırınga edilir. Bina eskidir, lakin güzeldir; güzeldir, lakin konforsuzdur. Durumdan çıkarılan vazife güzellik ile konforun yan yana getirilmesidir. Bu iş genellikle sakillik ile biter. Bazı retro tutkunları orijinaline sadık bir iş yapmak ister. O zaman da bitmek bilmez çileli restorasyonlar, karşılanması gayrikabil maliyetler satıp kurtulma kararıyla biter. Modern insanın deneyimlediği "konfor-güzellik" zıtlığı çok önemli bir ipucudur.

Modernite iş hayatını hanenin dışında örgütleyerek temayüz etmiştir. Modern insan günlük hayatının büyük bir kısmını dışarıda geçirmeye başlayan insandır. Büyük şehirlerde yoğunlaşan modern nüfuslar, yine modern bir ilke olan "mesai" ilkesinden hareketle sabahın erken saatlerinde evlerini terk eder ve işyerlerine kavuşurlar. Bu gelişme bir anda değil ve fakat en az üç düzeyde yaşanan gelişmelerin odağında ortaya çıkmıştır.

Şehrin köksüz sakinleri

İlk düzey Avrupa'da 12. yüzyılda başlayan şehir canlanması büyük ölçüde aristokratik tarihin kırılması; yani kırsal karakterinin yok olup şehir hayatına karışmasıyla ilişkilidir. Artık kırlardaki köklerinden ve mekanlarından uzak yaşayan aristokrasi, şehirlerin yeni sakinleridir. Rantiye ve daha sonraları ticaret ile geçinen şehirli aristokrasi tarihsel seçilmişlik iddiasını somutlaştıracağını düşündüğü; statü ve prestijinin görsel inandırıcılığını sağlayacak estetik ağırlıklı siparişleri ile sahneye çıkar. Tarihçi W.Sombart'ın anlattığı üzere aristokrasi şehrin talep dünyasını şekillendiren bir müşteriler dünyasıdır. Zenaatkâr ve sanatkâr dünya ise bu seçilmiş müşterilerin doymak bilmeyen iştihasını yatıştıracak seçilmiş ürünler sunar. Yüksek ve orta tabakaların yakınlaştığı beşeri bir durumda arz ve talep aksları kesişir. Bu durum aynı zamanda, Maslowcu bir terimle söyleyecek olursak "ihtiyaçlar dünyasının" politik belirleyicilerini de göreli olarak sivilleştirmektedir. Hoş; kesişmenin en kızıştığı nokta yine politiktir. Özellikle 17. yüzyıldan başlayarak etkinleşen, topladığı vergilerle zenginleşen ve dünyanın yağmalanmasında ve kolonize edilmesinde güçlenen saray toplumu ve büyük girişimci dünya estetik taleplere mühendislik talepleri eklemleyerek işi büyütmüştür. Barok ve özellikle de Rokoko dünya, ister politik, ister sivil olsun; seçilmişlerin seçkin taleplerinin yönlendirdiği bir kültürel ağdır. İşte bu ağ büyüdükçe hanelere sığmaz olmuş ve "dışarıda" yapılanmaya başlamıştır.

İkinci düzeyde, şehrin taleplerini üretimiyle karşılayan zenaatkâr ve sanatkâr dünya ile modern profesyonel çevreler karşımıza çıkar. Bu kısaca burjuva dünyaya karşılık gelir. Burjuvalar şehrin köksüz sakinleridir. Müşterileri olan aristokratlar onları zengin eder ama kültürel olarak örselemekten geri kalmazlar. Burjuvalar ontolojik bunalımlarını püritan değerlerle bezedikleri "iş" kavramını bağımsızlaştırarak ve değerli kılarak aştılar. Bağımsızlaşma işin en kolay tarafıydı. Zaten fiyat devriminden itibaren tarihsel ritüellere bağlı ve lonca örgütlenmeleriyle sıkı sıkıya denetlenen yapılar çökmüştü. Şimdi burjuvalar "iş" ve "iş bölümü"ne bir değer yüklüyor ve modernliğin "cursus honorum"unda onu başköşeye yerleştiriyordu. Burjuva evi, özellikle Victoria çağında çekirdek aile temelinde yapılanır. İş hayatı artık kamusal olarak örgütlendiği için evin içi boşalmıştır. Bu boşluğu burjuvaların hoşlanmadığı Barok ya da Rokoko zevkler değil, giderek konforun belirlediği bir yalınlığa karşılık gelen nesneler dolduracaktır.

Arz ve talep kesişmelerinden türeyen bir şerare, hane dışı hayatlarda ekonomi-politik denilen bir olgunun yükselişine de tanıklık etmemizi sağlar. Ekonomi-politik dünya önce bir üretim-yatırım ekseninde ve oldukça iyimser bir gözle okundu. Bu okuma, orta sınıf dünya görüşü temelinde şekillenen liberal-liberter bir okumadır. Girişimci özgür bireyler, kadim dünyada olduğu gibi har vurup harman savurmayacak, biriktirecek, kazanacak ve yeniden yatırım yapacaktır. Burada mübrem ihtiyaçlar hariç tutulacak olursa tüketim hemen hemen yok gibidir. Püritan perhizkârlık zaten bunu yasaklamaktadır.
 
Kaynak: Zaman