Dünyanın dikkati Brezilya Devlet Başkanı Lula Da Silva ve Türkiye Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın İran krizindeki arabuluculuğuna çevrildiğinde, bütün ilgi arabuluculuğun sonuçlarıyla alakalı değildi. İlginin bir kısmı, uluslararası çevrelerin azımsanmayacak bir hayranlık beslediği bu iki arabulucunun performansına odaklanmıştı.

İkisi de, son yıllarda elde ettikleri başarılar ve sorunları çözme yöntemleri nedeniyle en fazla dikkat çeken dünya liderlerinin arasında. İkisi de ülkelerini hızla dünyanın ekonomi zirvesine yükseltti. Araplar Erdoğan’ın ülke içinde ve dış politikada yarattığı büyük dönüşümü biliyor. Lula için de durum aynı, Latin Amerika’daki insanlar Lula’nın politikalarını iyi biliyor.

Fakat önemli olan her ikisinin de uluslararası platformda seçkin konumlara sahip olması. 20. yüzyılda Nehru, Tito, Nasır ve Nkrumah gibi önde gelen liderlerden başlayarak karizmatik lidere dair belirli bir tablo çizilmişti. Bu liderler ölünce karizmatik lider nosyonu da onlarla birlikte kayboldu. Gelişen dünyanın Churchill, Eisenhower, de Gaulle ve Kennedy tarzı liderler çıkarmaması da bu düşünceyi destekle-di. Dahası, iletişim devrimiyle birlikte devlet başkanları, başbakanlar ve diğer liderler, karizmalarının parlaması için gereken şahsi mesafeyi yok edecek şekilde sabah akşam insanların karşısına çıktı. Dil sürçmesinden büyük yanlışlara kadar imajlarını bozacak şeyleri gizlemeleri zorlaştı.

Karizma çağının bittiği doğru, ancak karizma kavramı da değişti. Bu kavram geçmişte liderin performansı ve başarısı veya başarısızlığından çok kişiliğiyle ilgiliydi. Bu nedenle bazı ‘karizmatik’ liderlerin politikaları sadece başarısız değil, felaketti de. Bazıları ülkelerini en sefil düzeyde bıraktı, ancak bu durum halkların onlara olan sevgi ve ilgisini etkilemedi. Bugünün dünyasında böyle bir şey mümkün değil. Artık liderin kişiliğiyle performansı arasında ayrım yapmak zor. Başarı artık karizmanın olmazsa olmazı.

İşte büyüleyici şahsiyetlere sahip olmamalarına rağmen Erdoğan ve Lula gibi liderlerin durumu bu. Her ikisi de, bir devrime veya ayaklanmaya önderlik ederek değil, seçimle iktidara geldi. İkisi de ılımlı. Halkçı bir söyleme başvuruyorlar. Ancak halkçılık sıradışı liderliğin şartı değil; bunun kanıtı İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinecad. Kendisi Lula ve Erdoğan’la görüşmesinde de otoriter ve sıradan bir yöneticiydi. Don Kişot savaşlarına girmesine rağmen sıradışı bir lider gibi görülmekte başarısız olan Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’de de aynısını görüyoruz. Onunla ülkesindeki yoksulluğu azaltan Da Silva arasında fark var. Da Silva ekonomiyi ayağa kaldırdı, Brezilya’yı büyük bir devlete dönüştürdü. Sosyal politikaları ekonomik başarının aleyhine işlemedi. Bağımsız dış politikayı benimsedi, ancak slogan atmadı. Bu nedenle Lula ekonomik başarıyla toplumsal adaleti kaynaştıran demokratik sola model oldu, Erdoğan da demokratik İslamcı akımın modeli haline geldi. İki lideri, solun ve siyasal İslamcılığın geleneklerinden olmayan demokratik eğilim buluşturuyor. İkisinin de karizması halklarla ilişkiyle birleşti. Bu ilişki Ukrayna’daki gibi karizmatik lider üretmeyen renkli demokratik devrimlerin kollarında değil, belediye ve sendikayla başlayan, meclis ve cumhurbaşkanlığıyla biten seçimlerde berraklaştı. 

Başarı ve kazanım, etkileyici bir kişilikle birlikte karizmatik liderlerin olmazsa olmaz iki şartı. Bu nedenle Lula’yla Küba’nın eski lideri Fidel Castro veya Erdoğan’la eski Mısır Cumhurbaşkanı Cemal Abdülnasır arasında fark var. (Londra’da Arapça yayımlanan Hayat gazetesi, 26 Mayıs 2010)

Kaynak: Radikal