Kurumların işleyişi, kurumları varkılan temel ilkelerin işleyeyebilmesiyle mümkündür. Türkiye'de kurumlar, ülkeye vaziyet eden en tepe kurumlardan başlamak üzere, kurum olma özelliklerinden, ne yazık ki, çoğunlukla yoksunlar. Ülkenin en tepesindeki kurumların hareket ve eylem alanlarını belirleyen ilkeler bütünü olan sözümona bağlayıcı ana-metinler filan vardır.

Ama bu ana-metinler, bu kurumların varolduğu ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda mı belirlenmiştir; yoksa ülke insanını belli bir kalıba sokmak üzere mi belirlenmiştir; ülkenin temel kültür, tarih, toplum ve zihin dinamikleri eksene alınarak, toplumla bir sözleşme yapılarak, toplumun ortak ruh, akıl, fikir, iddia, ideal, coşku ve heyecan birliği çerçevesinde mi belirlenmiştir; yoksa topluma rağmen, toplumu dönüştürmek amacıyla, toplumun temel kültür, dil, tarih, medeniyet ve düşünce kaynaklarını, dinamiklerini gasp ve darp yöntemleriyle yok etmek kaygısıyla mı belirlenmiştir; kısacası diyalojik ve kucaklayıcı mıdır; yoksa monolojik ve dayatmacı mıdır?

Mesela medya, dördüncü kuvvettir; ama Türkiye'de tartışmasız birinci kuvvettir. Gücün, güç kurumlarının sözcüsü ve gözcüsü olarak konumlandırıldığı için birinci kuvvettir. O yüzden, örneğin 32. Gün programında, kendilerine haksızlık yapılan, onurları hiçe sayılan, insan muamelesi yapılmayacak kadar aşağılanan başörtülülerin uğradıkları bu aşağılanmalar yetmiyormuş gibi bir de başlarına kezzap dökülmesi gerektiğinden sözeden ilkel yaratıklara hiç bir şey denilmemesi, hiç bir şey olmamış gibi yayına devam edilebilmesi, ürkütücüdür, ürperticidir, insanlık dışıdır, toplumun tepesini attırmakt/ad/ır!

Türkiye'deki temel kurumların öznesi yoktur. Özne, halk / insan değildir. Özne, halka / insana rağmen ve halkı / insanı adama benzetmek için belirlendiği için, zamanla, kurumlar taşlaşmış ve mutlaklaştırılmıştır: Araçlar, amaçlara aracılık yapacaklarına, amaç hâline getirilmiş, kurumlar marifetiyle icat edilen ve dayatılan durumların, balans ayarlarının zorba aracıları olup çıkmışlardır.

Kurumların başında olduğu gözlenen insanlar, sadece ite kaka götürüyorlar işi. Bir kurum ite kaka götürülemez. Sırtının üstüne oturur sonunda. Eğer bu kurumlar, ülkenin en tepe kurumlarıysa, kurumlar toplumu felç eder, hercümercin eşiğine sürükler.

Oysa güzel yurdumun güzel insanları, başta yurdumun en tepe kurumlarının en tepesinde yalnızca vaziyeti idare etmesini biliyorlar; vaziyeti kutarmasını yani. Tabiî bu durumda ortaya çıkan sonuç, her tür kaynağın kurumaya yüztutması, atıl hâlde kalması, çöp tenekesine atılması, enerjilerin ise boşa harcanması oluyor. Oysa unutmayalım ki, bir ülke insanının bir başkasının başına kezzap dökülmesinden sözedebiliyor olmasına göz yummak, vaziyeti kurtarmakla sonuçlanabilir belki, ama bu durum, özel olarak o kurum, genel olarak ülkenin tarihine kapkara bir leke olarak geçer sadece.

Televizyon stüdyosunda, kaos provası ve kışkırtıcılığı yapmak, sonra da donmuş, ezberci, slogancı üniversite yöneticilerinin ve militan öğrencilerinin ilkel tiradlarını topluma kurşun gibi sıkmak, suçluların, gaspçıların, darpçıların ve patolojik vakaların suçlarını, gasplarını, darplarını ve hastalıklı psikolojik azınlık hâllerini açık etmekten ve ülkenin kurumlarının ne kadar donduğunu ve kokuştuğunu ispat etmekten başka bir işe yaramaz.

32. Gün programının, bu ülkenin insanlarının başına kezzap dökülmesinden söz ettirecek, beyinlerine donmuş ilkel tiradlar dayatacak kadar patolojik bir vakaya dönüştüğü için kapatılması ve kliniğe çevirilmesi önerisinde bulunuyor ve bu tür hastalıklı tavırlarından ötürü hâlâ normalmiş numarası yapması ve yoluna devam edebilme cüreti gösterebilmesi hâlinde ise İspanya'daki boğa güreşi yarışmalarına katılabileceğini hatırlatmak istiyorum.

Yuh yani... Bu kadar ilkelliğe ve patolojiye pes doğrusu... Ne yaptı bu ülkenin insanı ve münhasıran da başörtülü insanı size? Bu kadarını gâvur yapabilir miydi, bilmiyorum vallahi!

 

Kaynak: Yeni Şafak