Vahiy, hakîkat; Fahr-i Kâinât Efendimiz ise, "şâhid, mübeşşir ve nezîr" vasıflarıyla, bu hakîkatin yansıması ve yansıtıcısı olan yegâne ayna, "aydınlatıcı kandil"dir.

Bu vasıflar, Allahu zü'l-Celâl ve'l-Cemâl'in Kerem ve Rahmet'inin Efendimizde müşahhaslaşmış işaretleridir ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'in tavassutuyla / aracılığıyla da bütün insanlar ve varlıklar üzerinde tecellî ettirilmesi bize yüklenen mesûliyettir.

İşte ancak o zaman, "ümmet-i merhûme" olarak nitelendirdiğimiz müslüman ümmetin, gerek münferit, gerekse müşterek düzlemde -bütün beşeriyette, mevcûdatta ve kâinâtta- adaleti, itidali, kemâli, huzur ve sükûnü hâkim kılabilmesi mümkün olabilir.

İnsan, Allah'ın, ruhundan üflediği, dolayısıyla emaneti üstlenebilecek kelâm, irade ve akıl kudretleriyle donatılmış yegâne varlıktır. İnsanın, emaneti, ancak ubudiyet mükellefiyetini yerine getirdiği zaman yerine getirebileceği, eğer ubudiyet mükellefiyetini unutursa, nisyan ve isyan hâllerine dûçâr olmaktan ve kendisine Rubûbiyet atfetmekten kurtulamayacağı beyan edilmiştir: İnsanın Rabb'lık taslaması durumunda, firavunlaşmaktan, öncelikle kendi nefsine karşı firavunlaşmaktan yani zulmetmekten; dolayısıyla nefsinin en küçük arzularını bile putlaştırmaktan, dolayısıyla nefsinin arzularının kulu-kölesi olmaktan kurtulamayacağı, hem kitabımızda açıkça ifade edilmiş, hem de bugüne kadar yaşanan insanlık tarihinde bilfiil ispat edilmiştir.

İnsanın kulluk şuuruna vâkıf olamaması, hem hakîkatle irtibat kuramaması, hem de kendisini ve bu dünyayı her şey katına yükseltme aymazlığı göstererek her şeyi kendinde ve burada bitirmesi, dolayısıyla ufkunu sınırlaması ve daraltmasıyla; bu da en küçük meseleleri bile bihakkın idrak edebilmesini ve hâl yoluna koyabilmesini zorlaştırmasıyla sonuçlanır. İnsanlık tarihi, söylediklerimizin canlı tanığıdır.

İşte hiçbir şeyin yaratılış tabiatına ve fıtratına müdahale edilmemesi, varlıkların farklılıklarının korunması, her şeyin yerli yerince, nasıl yaratılmışsa öylece varlığını idame ettirebilmesi demek olan adaletin tesisi, ancak Allah'ın rahmetinin bir yansıması ve yansıtıcısı olan Kerem Sahibi Elçi (sav) vasıtasıyla mümkün olabilir.

İşte Efendimiz'in tavassutuyla gerçekleştirilebilecek bu vasat, ubudiyetin hayata geçirileceği medîne'dir, yani şehir'dir; peygamberlerin medeniyetin tohumlarını ektikleri ve peygamberimizin kendisini medîne olarak tarif ettiği, dinin hayat olma ve herkese hayat sunma vicdanının gerçeğe / imkân'a dönüştürüldüğü mekân'dır.

Dolayısıyla medîne, Vâcibü'l-Vücûd olan Allah'ın Cemâl ve Kemâl sıfatlarının vücut bularak ve vücut olarak tecellî ettiği yaratılmışların en fazîletlisi, âlemlere rahmet olarak gönderilen Kerem Sahibi Elçi'nin bizatihî kendisidir.

Allah'ın rahmeti medîne'de tecellî eder ve bu tecelliyât, medeniyeti tesis edecek asliyâtı / esasları medîne'de toprağa eker. İnsanlığa adaleti hatırlatacak, farklılıklarını korumalarının vasatını oluşturacak, insanlığın rahmet kaynağı olacak ümmeti / "ana"yı, ümmet-i merhûme / "rahmet sahibi ana" olma hilâfetini / mükellefiyetini filizlendirmenin, yeşertmenin tohumlarını medîne'de toprağa düşürür. Toprak bu tohumu, medeniyet sürecinde ağaca dönüştürür, yemiş ver/dir/meye dur/dur/ur.

Özetle… Medîne, bizatihî peygamberimizin vücudu ve mekânı; medeniyet ise, "medîne"nin yansıması ve yansıtıcısı olan peygamberî şuurun vücut buldurduğu ümmet-i merhûme'nin muhsin şahsiyeti inşa etmekle yükümlü olduğu vicdanı ve imkânıdır.

Sonuç: İslâm medeniyetinin kaynağı, fıkıh değil; âlemlere rahmet olarak gönderilen Kerem Sahibi Elçi (sav) ve onun sünnet-i seniyyesidir. İslâm medeniyeti, mekke sürecinde ilâhî şuur'a şehadet eden Efendimiz'in "şâhid" sıfatını; medîne sürecinde hem kendisi, hem de getirdikleri insanlığın müjdesi, yani vicdanı olan "mübeşşir" sıfatını; medeniyet sürecinde ise, bizim Efendimiz'in şâhid ve mübeşşir sıfatlarını her dâim hatırlayacağımız ve hatırlatacağımız "nezîr" sıfatını sûretimiz ve sîretimiz hâline getirmekle yükümlü olduğumuz "hilâfet" sürecidir.

Dolayısıyla hem öncü varoluş kuşağı, hem de medeniyet fikri'nin kaynağı, Allahu zü'l Cemâl ve'l Kemâl'in Rahmet kanatlarını gererek âlemlere rahmet olarak kanatlandırdığı, bütün mevcûdatı, bir kandil gibi aydınlatan Kerem Sahibi Elçi olarak Peygamberimiz'in bu sıfatlarında, vasıflarında ve tavassutunda gizlidir.

Hakkıyla fehmeyle ve öncelikle kendini feth ü keşfeyle ey ârif-i billâh ve ümmet-i rasûl'i-llâh!

Kaynak: Yeni Şafak