ABD 11 Eylül ile birlikte, zaten düşüşe geçen geçmiş olan gücüne yeni bir anlam ve misyon yükleyerek dünyayı peşine takıp yeni bir ufka doğru yol alıyor. Eğer birileri Amerika’nın önünü almaz ve terörün tanımı ve gücü konusunda ABD’ye baskı yapmaz ise dünyanın daha çok canı yanacak. Medyanın ve şirketlerin dünyaya hükmettiği bir dönemde yaşıyoruz. Petrol ve silah şirketlerinin geçmişte Latin Amerika, Asya ve Afrika’da neler yaptığını iyi okuyun. Bugün “Büyük Ortadoğu” denen bölgede aynı senaryolar yeniden sahnelenecek.
Londra’daki saldırıların ardından “Terörizmle Savaş” yine dünya gündeminin birinci sırasına oturdu. Olayların faillerinin kimler olduğu önemli değil çünkü Batı’ya meydan okuyan tek örgüt var!: El Kaide. Müslümanlara da şöylece sesleniyorlardı: “Siz Ey Müslümanlar -medyanın dünyaya hükmettiği bir dönemde- insanlığa birkaç mesaj geçmek istiyor iseniz, bu da ancak tel’in, lanet ve kınamadan başka bir şey olamaz.” Müslümanların “Ama” demelerine bile müsaade etmiyorlar ya da tahammül edemiyorlar. ABD’nin terörizmle kutsal savaşının yılmaz erleri gazeteciler, yazarlar, liberaller, siyasi yorumcular ve akademisyenler Müslümanlardan kendi radikalleri ile savaşmalarını yoksa dünyada hiç kimsenin kendilerine itibar etmeyeceğini bağıra bağıra söylüyorlar. Çünkü devir sözde İslâmi terörizmle savaş dönemiydi. Müslümanlara olayların iç yüzünü anlatma imkanı bile tanımıyorlar. Müslüman düşünür ve yazarlar da, yoğun medya bombardımanında dolayı tüm dünya gibi “Kral Çıplak” demeye korkar oldular. Halbuki “Kral Çıplak” demek, dünyada herkesten önce her şerefli ve onurlu Müslümanın hakkıydı. Fakat, dünyayı saran bu korku ve kaos tufanı maalesef İslam dünyasını da sarmalamış durumda. Dünyayı bu kaos ve korku tufanından da ancak Müslümanlar kurtarabilir. O halde Müslümanlara düşen ilk görev, sözde küresel savaşın iç yüzünü ortaya koyup daha sonra duygusallıktan direniş ile terörün arasını ayırıp, İslâm hukukunu yeniden işleme sokmaktır.
Biz bu yazımızda terör ile savaşın oluşum süreci hakkında biraz bilgi vermeye çalışacağız. Umarız bu seyir Müslümanların “Kral Çıplak” demelerine yardımcı olur.
Batı’nın yeni düşman arayışları
1980’ler boyunca Ruslar bir biçimde sahneden çekilirken, dünya arenasında tek başına kalacağını gören ABD, kendisine düşman aramaya koyuldu. Bunun için bir çok alternatifler öne koyuldu: Uluslararası terörizm, Latin Amerikalı uyuşturucu kaçakçıları, İslami fundamentalizm ya da Üçüncü Dünyanın “istikrarsızlığı” gibi.. Böylece, ABD yeni düşmanını arayarak aslında Soğuk Savaş döneminde elde ettiği o devasa kârlı silah endüstrisini sürdürmek ve ona meşruiyet kazandırmak istiyordu. Malezya başbakanı Mahathir Muhammed şöyle der: “Batılılar savaşmalılar. Savaşmak için ise kendilerine düşman üretmeleri gerekiyor. Şimdi kendi aralarında iyi kötü bir barış sağlamaya başladıklarına göre, Batılı olmayan insanlara yönelmelerinin zamanı geldi.”
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uyuşturucu trafiğinin oluşturulup sürdürülmesinde CIA’nın oynadığı başrol, Amerikan bankaları ve şirketlerinin öldürücü uyuşturucuların satışından elde ettiği tatlı kârlar, uyuşturucu kaçakçılığının düşman olarak görülmesini engelledi. Ancak medya ve bazı dünyaca tanınmış akademisyenler -ki bunların çoğu Yahudi kökenliydi- aracılığıyla Amerika yeni düşmanını bir anda keşfediyordu: Uluslararası terörizm ve Radikal İslâm. Lakin 80’li yıllarda ABD’yi en fazla Latin Amerika’daki örgütler, kendilerinin deyimiyle “terör örgütleri”, tehdit ediyordu. İslam dünyasında kendilerinin düşündükleri uluslararası boyutta bir düşman yani terör örgütü yoktu. Fakat her neyse, Batı artık bu düşman üzerinde kararını kılmıştı. Soğuk Savaş sonrası dönemde “yeni şeytanlar” arayan birçok kimse, Batı medeniyetine karşı bir İslâmi tehditten söz etmeye veya yakın gelecekte bir medeniyetler çatışması yaşanacağı uyarısında bulunmaya başladılar. Dünyaca ünlü medya organlarında yazan yazarlar ve akademisyenler bunun temeli atmak için kalemleri çoktan kuşanmışlardı bile... Batı medyası, hükümetleri, jeopolitik stratejistleri ve akademik uzmanları koro halinde: İslâm’ın Batı Medeniyeti için bir tehdit olduğunu ve yakın gelecekte bir medeniyetler çatışması yaşanacağını sayıklıyorlardı. 80’li yıllarında başında İslâm ve Müslümanlar hakkında kaleme alınamayacak yazılar, makaleler ve kitaplar kaleme alınıyor ve ayrıca karikatürler çiziliyordu. Bu yıllarda başlatılan İslâmı karalama kampanyalarının iç yüzünü öğrenmek için o dönemde kaleme alınmış şu kitaplara bakabilirsiniz: “Edward Said, Covering İslam (Haberlerin Ağında İslâm), Basım tarihi:1981”, “Edward Herman, The Real Teror Network, Basım tarihi: 1982”, “Noam Chomsky, Pirates And Emperors: International Terorism in the Real World (Korsanlar ve İmparatorlar), Basım tarihi: 1986”, “Garry O’Sullivan ve Noam Chomsky, The Terorism’ Industry, Basım tarihi: 1989” v.b daha onlarca kitap.
Bu dönemde batı dünyası özellikle Libya lideri Muammer Kaddafi’yi düşündükleri terörle savaş için biçilmez kaftan olarak görüyorlardı. Fakat, her neden ise Almanya’daki bar saldırısı ve Lockerbie faciası dışındaki, birkaç patlama ve gürültüden sonra bu plandan uzak duruldu.
“Red menace has gone, but here’s Islam”
Soğuk Savaşın noktalanmasıyla birlikte, Yeni Dünya Düzeni ve yeni düşmanın adı bizzat devlet başkanları tarafından telaffuz edilmeye başlandı. Komünizme karşı kurulan NATO feshedilmedi, bilakis ona yeni bir düşman bulundu. İskoçya’nın Turnberry kasabasında 1990’lı yıllarında başında yapılan NATO zirvesine ev sahipliği yapan İngiltere’nin eski başbakanı Margaret Thatcher ve dönemin NATO Başkanı , NATO’nun yeni düşmanının “İslâm” olduğunu resmen ilan ettiler. NATO böylece, düşman rengini kırmızıdan yeşile dönüştürecekti. Bu yıllarda New York Times gazetesi başta olmak üzere birçok Batı medyası şunları yazıyordu: “Red menace has gone, but here’s Islam.” (Kızıl tehlike gitti, fakat sıra şimdi İslâm’da.”
Giderek artan bir şekilde Amerika ve Avrupa’da sadece politik değil, aynı zamanda demografik (nüfus yoğunluğu) bir tehdit anlamı taşıyan “Müslümanlar geliyor, Müslümanlar geliyor!” çığlıkları yükselmeye başladı. Bu çığlığı atanlarında başında bugün maalesef hem batıda hem de bizde tarafsız akademisyenlermiş gibi propagandaları yapılan iki Yahudi geliyordu. Bunlar; Daniel Pipes ve Bernard Lewis. Pipes, 19 Mayıs 1990’da “National Review”de yayımlanan makalesinde “The Muslims Are Coming! The Muslims Are Coming!” başlığını kullanıyordu ve batıyı İslâm’a ve Müslümanlara karşı hemen harekete geçmesi için uyarıda bulunuyordu. Bernard Lewis de, 1990 yılında verdiği “İslâmic Fundamentalism” adlı konferansında İslâm’ın ve Müslümanların “tehdit edici militan fundamentalizm” şeklinde dikkat çekici bir şekilde imajlarını çiziyordu. Bu konferans daha sonra “The Roots of Muslim Rage” adıyla Atlantic Monthly dergisinde yayımlandı. Makalenin başlığı, derginin kapağı ve makalenin ilerleyen sayfalarından yayımlanan iki resim, önyargılı bir sunumun tuzaklarının gösterir mahiyetteydi. Makale, Müslüman ve İslâmi fundamentalizm klişelerini pekiştiriyor, okuyucuyu İslâm’ın Batı ile olan ilişkisini hiddet, şiddet, nefret ve saçmalık penceresinden görmeye hazır hale getiriyordu.
Özellikle, 90’lı yılların başında Batılı liderlerin ve yazarların söylemlerine baktığınızda “İslâmi terörizm” yaftasının herhangi bir örgütten çok, "İslâm’ı" ve "İslâmi uyanışı" bizzat hedef aldığını göreceksiniz. "İslâmi Terör" kavramı içine örgütler daha sonra yerleştirildi. Fakat, Batılılar hâlâ bu söylemleri ile bizzat İslâm’ı hedef alıyorlar. Gazeteciler, diplomatlar, siyasetçiler ve akademik yorumcular tartışmaları daha da alevlendiriyorlardı. Ortada hiçbir şey olmamasına rağmen, yakında gelecek tehdidin dehşeti büyütülüyordu da büyütülüyordu. Samuel P. Huntington’ın “The Clash of Civilizations” (Medeniyetler Çatışması) başlıklı makalesi 1993 yılında Foreign Affairs dergisinden yayımlanmasıyla artık iş çığırından çıkıyordu. Ve sözde terörün gelmesi an meselesiydi. Batı dünyasında herkes teröre odaklanmış ve terörü bekliyordu. Bu vesile ile hükümet liderleri, kanaat önderleri ve de dünya politikasını yönlendirenler 1980’li yıllardan beri temeli atılan İslâm tehdidi ve medeniyetler çatışması söylemini kalıcı hale getirdiler. ABD’deki Neo-con’ların fikir babalarından ve Council of International Relations’dan Irving Kristol bir makalesinde şöyle diyordu: “Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra bizim ihtiyacımız olan şey, açıkça ideolojik ve tehditkar bir düşmandır. Öyle bir düşman ki, bizi karşısında birleştirsin.”
1993 yılında Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanması ile küresel “fundamentalist” kutsal savaşı batıyı vuruyordu. Yazılıp, çizilenlerde sonunda beklediğimiz geldi edasındaydı. Senaristler ortaya çıkıp gelecek ile ilgili öngörülerde bulunuyorlardı. İslâmi tehdit ilk defa “ABD”ye taşınmıştı. Batı dünyasında artık “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganları atılıyordu. İslam dünyası ile Batı arasında yakında bir çatışma olacağı inancı haber başlıklarına yansıyordu: “Kutsal Savaşa Doğru”, “Amerika’da Cihad”, “İslâmi Terör: Küresel İntihar Timi”, “İslâm Tehdidine İnanıyorum”, “Batı Diken Üstünde”, “Londra’daki Cezayirliler İslâmi Terörizmi Destekliyor”, “Militan İslâm”, “İslâmi Terörizm”, “İslâm Fundamentalizmi” ve “İslâm Batı’yı Pekala Tehdit Ediyor.” Ünlü bilim adamları, siyaset yorumcuları ve gazeteciler de kriz öngürüleri taşıyan ve manşet oluşturmaya yönelik seçici analizleriyle sık sık İslâm dünyası üzerine makaleler, başyazılar yazar oldular. Batı dünyası artık terör ile yatıp, terör ile kalkıyordu.
1993’teki saldırıyı düzenleyenlerin Mısırlı âmâ şeyh Ömer Abdurrahman ile ilişkili oldukları, Avrupa ve Amerika’da üstlendikleri, İran ve Sudan’dan uluslar arası destek aldıkları şeklindeki suçlamalar havada uçuştu durdu. Fakat kimse, Mısır yönetiminin Enver Sedat olayından sorumlu tutulan ve hapis cezası bulunan Ömer Abdurrahman’ı neden başka İslâm ülkelerine değil de, ABD’ye gitmesine zorladığını, onunla birlikte kaç istihbarat üyesini Cemaat-i İslâmi'denmiş gibi gösterip Amerika’ya gönderdiğini, Abdurrahman’ın cemaatinden gözüken bu Mısırlı istihbaratçıların CIA ile olan ilişkileri ve bunların saldırılarda oynadıkları rolleri üzerinde hiç durmadı. Bunlar hep saklandı. Zavallı âmâ ve yaşlı Ömer Abdurrahman neden tutuklandığını farkında olmadan, hâlâ ABD zindanlarında işkencelere maruz kalmakta.
24 Aralık 1994’de Cezayirli bazı kişilerin Air France uçağını kaçırmaları ve uçağı Paris üzerinde infilak ettirecekleri haberi Avrupa’ya yönelik dahili İslâm tehdidinin gerçek olduğu yönündeki korkuları güçlendirdi. ABD'li Timothy McWeigh tarafından gerçekleştirildiği ortaya çıkan 19 Nisan 1995'teki Oklohama City saldırısı ve 3 Nisan 1996'da 'Gestapo'nun Çocukları' adlı bir grup tarafından üstlenilen Miami-Los Angeles trenine yapılan saldırıların İslami gruplarla ilgisi olmadığı artık biliniyor. Nisan 1996'daki saldırıda Theodore Kaczynski adlı bir matematik profesörünün parmağı olduğu bilgisi şimdiki Şarbon mektubu olaylarıyla benzeşen yönler taşıyor. Bu kişi, 'Unabomber' lakabı ile kendisini gizliyor ve bombalı koli gönderme işini yürütüyordu. FBI, yaptığı araştırmalardan sonra Şarbon'lu mektupların tıpkı profesör örneğinde olduğu gibi ABD içindeki bazı gruplar tarafından gönderildiği kuşkusunu açıklamaktan çekinmedi. Fakat, tüm gelişmeler medya aracılığıyla Müslümanlara mal edildi.
Medya'nın terörizmle savaşı meşrulaştırmakta kullanılmasının yanısıra ABD'nin dünya siyaseti nezdinde kendini taraftar bulma çabaları da sürüyordu. Dünya çapında 'insan hakları savunuculuğu' görevine soyunan güçlü ülkelerin 'terörizme karşı mücadele etmek' gerekçesiyle Haziran 1996 yılında LYon'da yaptıkları toplantı yeni dönem stratejilerinin belirlenmesi açısından büyük önem taşıyordu. Terörizmle mücadele, Kudüs ve Ashkelon'daki suikastların ertesinde ve İsrail-Lübnan krizinin arifesinde, 13 Mart 1996'da'daki Şarm eş-şeyh Konferansı'nın hemen sonrasında LYon'da formüle edilecekti. Alain Glesh, bu gelişmeleri Eylül 1996'da Le Monde'de "Croisade atiterroriste/Terörizme karşı Haçlı Seferi" başlığıyla yazdığı yazıda özetledi. 5 Ağustos 1996'da, ABD Başkanı Bill Clinton İran ve Libya'yı 'milletlerarası kanun dışı' ilan eden D'Amato-Kennedy yasasını imzalayarak, terörizme karşı ilk Haçlı Seferi'ni teorik olarak başlatan kişi oldu. Clinton, G-7'nin Dışişleri ve İçişleri Bakanları'nın 30 Temmuz 1996'da, terörizme ayıracakları bir toplantının arafesinde, 'terörizm, 21. yüzyıl boyunca bizim güvenliğimize karşı yöneltilmiş en anlamlı tehditlerden biri olacak' diyordu." Burada dikkat edilmesi gereken bir unsur var ki, o da Clinton'un şimdiki ABD Başkanı Bush'tan önce 1996'da LYon'da Haçlı Seferi tezini dillendirmiş olması. Yıllar öncesinden teorize edilmeye başlanan bu stratejilerin hangi müttefiklerle, nasıl uygulanacağının cevabı ise pek zor değildi.
Terör korkusunu körükleyen Müslüman ülke liderleri
Batı’nın İslâm’ı tehdit olarak görme eğilimini fark eden birçok Müslüman ülke yönetimi, İslâm gruplar ve cemaatler üzerinde uyguladıkları baskılarına mazeret olarak İslâmi radikalizm veya terörizm tehlikesini daha sık kullanmaya başladılar. Böylece, yekpare bir İslâmi radikalizm korkusunu hem kendi ülkelerinde hem de Batı’da körüklediler. Eskiden kendi otoriter yönetimlerine mazeret olarak anti-komünizmi kullanan, bu sayede de Batılı güçlerin desteğini alan rejimler, şimdi de İslâmi radikalizmi mazeret olarak kullanıyorlardı. Tunus, Mısır, Cezayir gibi birçok ülkede, İslâmi kuruluşların yasaklanması, mensuplarının hapsedilmesi ve insan hakları ihlâlleri hep aynı mazerete dayandırılmaktaydı: “Biz geleceğimizi tehdit eden genç fanatiklerle karşı karşıyayız.” O dönemlerde İslâm ülkelerinde bir de “Siyasal İslâm” tehdidi kendini gösterdi. Müslüman ülkelerdeki liderler her gün bir Batı ülkesinin kapısında “Siyasal İslâm”ın ne kadar büyük bir tehdit olduğunu anlatmak ile meşgul idiler. Bu arada İsrail de “Siyasal İslâm” tehdidi söylemiyle hem bölgesel hem de küresel konumu sağlamlaştırıyordu. Eski başbakan Tansu Çiller Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmaması halinde “dünyada bir çatışma yaşanacağı… Fundamentalizmin yeşerecek verimle alanlar bulacağı ve Türkiye’nin düşen son kale olacağı” konusunda batılı liderlere uyarıda bulunuyordu.
“9/11” uzun bir savaşın miladı ve her ülkeye bir 11 Eylül
2000’li yıllara girildiğinde ortalıkta hafif bir durgunluk olsa bile, bu sessizliğin hayra alamet olmadığı bir müddet sonra anlaşılacaktı. 11 Eylül’de uçakların ikiz kulelere girişi ve kulelerin çöküşü, Hollywood sahneleri gibiydi. Medya bombardımanıyla gerçeklik duygusunu yitirenler, değişik açılardan biteviye tekrarlanan bu görüntüler karşısında ancak medyatik tepkiler verebiliyordu ancak. “9/11”, uzun süreceği anlaşılan bir savaşın başlangıcı olarak kabul edilmeye başlandı. Amerikan Başkan Yardımcısı Dick Cheney, terörle savaşın elli yıl, belki de daha fazla sürebileceğini söylediği zaman, söylemi tıpkı George Orwell’ın futuristik yapıtı 1984’ü çağrıştırıyordu. “Amerika savaşta” logosunu, CNN televizyonu bu tarihten sonra uzun süre kullandı. Evet, dünyanın hegemonik gücü Amerika bilfiil savaşta, hem de çok uzun süreceği anlaşılan bir savaşın içinde. Peki Amerika’nın savaştığı düşman kim? ABD Başkanı George W. Bush, en yetkili ağız olarak düşmanı şöyle tanımlıyor: “Dünya çapında teröristler ve onlara destek veren ülkeler.” “Teröristler kim?” sorusunun cevabı belli: İslâmcı teröristler. Ülkeleri ise listeyi kabartarak ilan ediyorlar. The Axis of Evil içinde iki İslâm ülkesi yer alıyor: Irak ve İran. Amerikalı stratejisyenler, tarafları, kendilerini daha geniş bir cepheye alarak tanımlıyor: Batılı milletler ve İslâmcı teröristler. Batı ve İslâm arasında başlayan bu savaş, dikkatli bir ifade ile İslâm ve dünyanın geri kalanı arasında bir savaş olarak tarif ediliyor.
11 Eylül olaylarının ardından dünyanın birçok yerinde benzeri saldırılar oldu: İstanbul, Madrid, Bali Adası, Tunus, Karaçi, Cakarta ve Londra. Fakat, Bali adası, Tunus ve Karaçi’deki saldırıların arkasında başka güçlerin olduğu anlaşılınca bunların üstü kapatıldı. Bu olayların yanı sıra, Orta Asya’da lale, turuncu ve kadife devrimlere tanık olduk. Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin öldürümesinin ardından Suriye’nin yıllardır bulunduğu ülkeyi nasıl terk ettiğine şahit olduk. Artık o kadar çok olaylara şahit olacağız ki, gözlerimize bile inanamayacağız. Batılı liderler yine futuristik öngörülerinden hareketle her ülkenin bir 11 Eylül’e gebe olduğunu söylüyorlar. Terörü ise artık kimse tanımlayamıyor. BM bile terörü adlandırmakta zorlanıyor. Süper güç buna “asimetrik terör” adını vermiş bile.. Böylece güçlü, bilinmeyen ve tanımlanamayan bir İslâmi terör! dalgasının dünyanın büyük bir kısmını eylem alanına çevireceğini ileri sürüyorlar.
Global terör, İslâm ülkelerinin hükümetlerini sürekli baskıcı, anti demokrat tavırlar almaya zorlayacak. Batılı ülkeler de, Müslüman azınlıklara büyük baskı uygulayacak, yüzlerce Müslümanı kendi ülkelerine kovacak ve İslâm’ın Batı’da engellenemeyen hızının önüne ise set çekmeye çalışacaklar. ABD hegemonyası, bu terör ve eylem dalgası ile sarsılan dünyaya nizam dağıtmak ve Batılı hedefleri bu belaya karşı korumak için daha fazla araç, teori, asker, silah ve desteğe yani güce ihtiyaç duyacak. Kendilerine göre haklı ve meşru gerekçelere dayanan bu talepler, halkın rızası ile aynı tehdide maruz ülkelerin boyun eğmesi ile kendisine verilecek. Kısaca, hegemonik düzene anlam kazandırmak için insanlar ölecek, ülkeler karışıklığa sürüklenecek, baskı altında inleyecek. Olsun sonuçta süper güç işini görecek.
ABD 11 Eylül ile birlikte, zaten düşüşe geçen geçmiş olan gücüne yeni bir anlam ve misyon yükleyerek dünyayı peşine takıp yeni bir ufka doğru yol alıyor. Eğer birileri Amerika’nın önünü almaz ve terörün tanımı ve gücü konusunda ABD’ye baskı yapmaz ise dünyanın daha çok canı yanacak. Medyanın ve şirketlerin dünyaya hükmettiği bir dönemde yaşıyoruz. Petrol ve silah şirketlerinin geçmişte Latin Amerika, Asya ve Afrika’da neler yaptığını iyi okuyun. Bugün “Büyük Ortadoğu” denen bölgede aynı senaryolar yeniden sahnelenecek.