İran yanıyor. Sokaklar kan. Furuğ'un, Sohrab'ın, Şamlu'nun ülkesi yanıyor bir kez daha. Beklenen bir yangın elbette. Daha ne kadar sürecek? İran dahi bilemez. İran'dan söz ediyoruz çünkü, şiirin, sözün ülkesinden. Şiirin havalandırdığı yüreklerin artık evlere sığmadığı ülkeden.
Evlerin çatılarından 'Allahu Ekber' nidalarıyla haykıranlar, o nidayı camilerden evlere taşımakla yeni bir şey söylüyor. İktidara yönelik yeni bir taleple geliyorlar.
İran yanıyor. Daha nelere tanıklık edecek İran göğü bilmek çok zor. Ama Elbruz Dağı'nın eteğinde kurulu Sadabad Sarayı'na vuran ışık, geçmişin ışığı değil. Sokaklarda bugün sözden güç alan bir isyan var. Hep öyleydi. İran, tarihin içinde hep sözle var oldu, bugün de sözle ilerliyor. Sokaklarda Sohrab Sepehri'nin şiirlerini okuyan gençler yeni zamanın ruhunu çağırırken;
'Yağmurun altında ilerlemeliyiz
Gözlerimizi yıkamalıyız artık
Ve dünyayı başka görmeliyiz' diyorlar. Ölümleri ve zaferleri yaratan güç yine sözden doğuyor. Korkunun gözlerine o sözlerle bakıyorlar.
İran, elbette Hafız'ın, Sadi'nin, Mevlânâ'nın dil ülkesi ama şu günlerde, altmışların o bereketli günlerinde şiir söyleyen kuşağın ruhuyla konuşuyor. Dünyayı başka görmek isteyen o kuşağın özgürlük hayali, Molla rejiminin dolduramayacağı kadar büyük bir hayaldi çünkü.
İran halkı, Şahı devirirken bir özgürlük fikriyle yola çıkmıştı. Kavuşamadığı o özgürlük için on binlerce insan canını verdi. TUDEH için bugün dahi yakılan ağıtlar o sukut-u hayalin ağıtları.Molla rejimi İran'ın üzerine siyah bir perde kapattığında sadece kadınları değil, ülkenin de ruhunu örttü Ama o kadar güçlü bir ruh, kapatılmış bir perdenin altında daha da derinleşir. İran 30 yıl boyunca kendi içine baktı. Derinlerinde duran büyük geleneği kavrayarak, dünyada vakarla siyaset yürütmeyi başardı. İran kültür demekti çünkü. Büyük olduğu kadar kendi olan bir kültür.
Tahran'a yolu düşen herkesi çarpan ilk şeyin karşılaştığı muazzam kültür olması boşuna değil. Gelenekle kesintisiz süren bağın İran'ı dünyada koyduğu yer hep farklı oldu. O farklılık İran'ı hep dünya siyasetinde bir aktör yaptı. Bugün basına yansıyan muhafazakarların, reformcuların ve onları sembolize eden renklerin, sloganların ötesinde var olan bir güç bu. Rejimi ne olursa olsun, hangi usullerle yönetilirse yönetilsin, Batı'dan bakmakla, Batı siyasetinin ürettiği kavramlarla anlaşılmayacak, bambaşka kodları olan bir ülkeden söz ediyoruz.
İran'da yaşananlar sadece seçime itirazla açıklanamaz. 'oyum nerede' pankartları başka bir gerçekliğe işaret ediyor. O gerçeği ne gizlenen seçim rakamları, ne de iktidar mücadelesinde reformcuların muhafazakarlardan hangi konularda ayrıldığı açıklar.
İran'da Şah'ın devrilmesinden ve İslam Cumhuriyeti'nin ilanından sonra biriken ruh, artık meydanlara çıkacak gücü buluyor kendinde. O ruh Şah'ın da bastırdığı bir ruhtu çünkü. Şah döneminden bugüne ertelenmiş, milyonların özgürlük hayali otuz yıl sonra kapatıldığı evlerden sokağa taşıyor.
'Oyum nerede?' diye soran İranlılar seçimden bağımsız olarak yeni bir talebi dillendiriyorlar. Çünkü kayıp gördükleri sadece oyları değil. Kayıp olan yıllar, kuşaklar... O yüzden sokakta yürüyenlerin sloganı Sepehri'nin şiiri oluyor: 'dünyayı başka görmeliyiz'.
Geçmişin derin kültürü ile beslendiği için içi dolu bir modernlik üretebilen İran şiiri bugün kalabalıklara güç veriyor. O yüzden, İran'ın en önemli şairlerinden olan Ahmet Şamlu, Sepehri'nin kuşağını anlatırken 'bu neslin sanatçılarının en belirgin özelliği karmaşık dünyanın karşısında nerede durduklarını ve kimliklerine nasıl sahip çıkacaklarını bilmeleriydi' diyordu. Kimliklerine nasıl sahip çıkacaklarını bilen bir kuşağın sözüyle yürüyen gençler Tahran sokaklarında başka bir gelecek arıyorlar. İran uzun sürmüş suskunluğun biriktirdiklerini söylemek için yaydan fırlamış bir ok gibi. O ok hangi menzile ilerler bilinmez. Ama menzilinde seyrederken İranlı olma bilincinin ve İranlılık kimliğinin hep önde olacağından kimsenin kuşkusu olmasın. [email protected]
Kaynak: Zaman