Türban diyorsun, sorun... Kürt diyorsun, sorun... Alevi diyorsun, sorun... Ermeni diyorsun, sorun... Patrikhane diyorsun, sorun... Vakıflar diyorsun, sorun... Laiklik diyorsun, sorun...
Hiçbiri yeni de değil.
Çoğu 80 küsur yıldır sorun!
Peki niçin öyle?
Neden çözülmez bu kadar yıldır? Ne diye biriktirildi bunca sorun? Siyasal kadrolar, laf üretmek yerine neden çözüm iradesi sergileyemediler?
Sanki bir deli gömleği giydirilmiş Türkiye'ye. Arada bir orasından burasından dikişleri atıyor ama bir türlü kurtulamıyoruz.
Sorunlar durduk yerde yok olmaz ki. Sorunlar ertelendikçe, halının altına süpürüldükçe, saklandıkça müzminleşir, o kadar.
Yasaklar sorunları çözmüyor ki.
Tam tersine.
Yasaklar, yasakçı anlayışlar, sorunları daha beter, daha içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Kürt sorununda böyle olmadı mı?
PKK ve terör böyle azmadı mı?
Bu yüzden de yasakçı değil, özgürlükçü düzen gerekiyor, demokrasi ve hukuk devleti gerekiyor, insan hakları düzeni gerekiyor, bütün bu sorunlardan kurtulmak için...
İlle de yasaklarla yaşamak zorunda değiliz.
Bunca yıl yaşadık, yeter!
Seksen küsur yıldır yasaklarla yaşadık da ne oldu, çok mu ileri gitti Türkiye?..
Bakın, üniversitelerdeki başörtüsü-türban yasağına ilişkin sorunu neredeyse yirmi yıl salladık.
Sorun yok mu oldu?
Hayır, aksine kangrenleşti.
Üstelik onca yıl 'İslamcı radikalizm'in değirmenine su taşıdı üniversitelerdeki bu yasak.
Şimdi bu konuda bazı soru işaretlerine rağmen makul bir çözüm yolu aralanmış durumda. Çene altı formülü falan derken, bir demokrasi ayıbı olan bu yasaktan kurtulabilir Türkiye.
Ama bir tarafta kıyamet kopuyor. Sanki dünyanın sonu gelmiş durumda.
Televizyon kanallarında bazı üniversite rektörlerini hayretle izliyorum. Kimi, "İran'dan farkımız kalmaz!" diyor. Kimine göre laiklik elden gidiyor. Kimi, "Cumhuriyetin niteliği değişiyor, İslam Cumhuriyeti oluyoruz" diyor.
Bir rektör ise öylesine bir laf ediyor ki, kantarın topu iyice kaçıyor. Atatürk'ün ölümüyle birlikte Türkiye'nin 1938'de karşı devrim sürecine girdiğini söyleyebiliyor. Ölçüyü o denli kaçırıyor ki, Atatürk'ün Batı'ya dönük çizgisini çok partili demokrasiye taşıyan İsmet İnönü'yü de silebiliyor tarih defterinden...
Oysa ulusalcı takım, 'karşı devrimi' daha çok 1950 ile başlatır. Seçim sandığıyla, yani milletin kendi oylarıyla ilk kez iktidar değişikliği yapılmasını, Türkiye'de bütün kötülüklerin kökünde yattığına inanırlar.
Çünkü demokrasiden hiç hazzetmez bu ulusalcı takım. Onun için de bir darbe ile askerin iktidara el koymasını, iyice bir mıntıka temizliği yapılmasını isterler.
Tarihten herhangi bir ders almadıkları için böyle düşünür bu ulusalcı takım. Askeri darbelerin Türkiye'ye yaptığı kötülüğü, hasarı göremezler, görmek işlerine gelmez.
Karşı devrimi 10 Kasım 1938'den başlatan o üniversite rektörünü dehşet içinde dinlerken bunlar da aklıma takıldı.
Bu arada, 12 Eylül'ün ürünü olan YÖK'ün özellikle 28 Şubat'tan bu yana üniversitelerde nasıl bir kadrolaşma yarattığını bir kez daha hüzünle düşündüm.
Geçelim.
Demin de belirttiğim gibi, üniversitelerde başörtüsü-türban yasağının nihayet kalkması yolunda olumlu gelişmeler var. AKP ile MHP arasındaki mutabakat bu kapıyı aralamış durumda.
Dileriz, bundan sonra Prof. Dr. Ergun Özbudun'un deyişiyle bir 367 vakası daha yaşanmaz. Dileriz, Anayasa Mahkemesi bu kez baskılara direnir, hukuk yolundan sapmaz.

Kaynak: Milliyet