Çok-partili siyasal hayatımızdan hemen hemen hiç eksik olmamış bulunan laiklik tartışmaları, Refah Partisi'nin 1990'lı yıllardaki yükselişi ile birlikte ön plana çıkmış, AK Parti iktidarının özellikle son bir yılında doruk noktasına erişmiştir.
Halen Anayasa Mahkemesi'nde görülmekte olan iki dava (Anayasa'nın 10'uncu ve 42'nci maddelerinde yapılan değişikliğe ilişkin iptal davası ve AK Parti hakkındaki kapatma davası) sonuçları itibariyle önümüzdeki birkaç yıllık siyasal değişimin yönünü belirleyecek önemdedir. Bu itibarla, laiklik kavramının anlamının, enine boyuna ve duygulardan mümkün olduğunca arınılmak suretiyle tartışılmasında büyük yarar vardır.
Laikliğin Batı demokrasilerinde genellikle kabul edilen anlamı, devletin resmî bir dininin mevcut olmaması, devletin dinî inanç ayrımı gözetmeksizin bütün din ve mezhep mensuplarına ve inançsızlara karşı eşit mesafede bulunması, hukuk kurallarının ve tüm devlet işlemlerinin dinî kurallara uygun olma zorunluluğunun bulunmaması, devlet kurumları ile din kurumlarının birbirinden ayrılmış olmaları ve bütün bunların doğal sonucu olarak hangi inanca mensup olurlarsa olsunlar herkesin vicdan, din ve ibadet hürriyetlerinin tanınmış ve güvence altına alınmış bulunmasıdır. Buna karşılık Türkiye'de bazı çevrelere ve bu arada yargı organına hakim olan laiklik anlayışı, bu unsurların ötesinde devlete adeta toplumu ve bireyi laikleştirme görevi izafe etmekte, din olgusunu sadece bir bireysel vicdan sorunu olarak görerek onun kamusal görünürlüğünü mümkün olduğunca sınırlandırmayı amaçlamaktadır. Bir siyasal bilimcimiz, bu anlayışlardan birincisine "pasif laiklik", ikincisine "dayatmacı (assertive) laiklik" adını vermektedir. (Ahmet Kuru, "Reinterpretation of Secularism in Turkey: The Case of the Justice and Development Party", der. M. Hakan Yavuz, The Emergence of a New Turkey: Democracy and the Ak Parti, Salt Lake City, 2006, s. 136-159).
Aslında Batı demokrasilerinin bir bölümünde pasif laikliğin dahi bazı unsurlarının mevcut olmadığı açıktır. Mesela İngiltere'de Anglikan Kilisesi (İskoçya bakımından da Presbiteryen Kilisesi) devlet kilisesidir ve Kral (veya Kraliçe) aynı zamanda Anglikan Kilisesi'nin başıdır. Norveç'te Protestanlığın Evanjelik-Lutheran mezhebi resmî dindir (Anayasa, m. 2), Kral bu dine mensup olmak zorundadır (m. 4) ve Bakanlar Kurulu üyelerinin yarıdan fazlasının bu dine mensup olmaları gerekmektedir (m. 12). Danimarka Anayasası'nın 4'üncü maddesine göre "Evanjelik-Lutheran Kilisesi Danimarka'nın resmî kilisesidir ve bu sıfatla Devlet tarafından desteklenir." Aynı Anayasa'nın 6'ncı maddesine göre Kral'ın bu kilisenin mensubu olması zorunludur. Yunanistan Anayasası'na göre (m. 3) "Yunanistan'da hakim din (prevailing religion) İsa'nın Doğu Ortodoks kilisesi dinidir." Yunanistan Anayasası'nın 105'inci maddesi de Aghion Oros (Aynaros) yarımadasını, oradaki manastırların yönetiminde özerk bir bölge olarak tanımlamaktadır. İsrail resmen bir "Yahudi devleti"dir (Jewish state)
Eğer bir devletin laik olarak tanımlanabilmesi için, yukarıda zikredilen bütün unsurların varlığı zorunlu ise, bu devletlerin laik sayılmalarına imkan yoktur. Nitekim Kemal Gözler, anılan ülkelerin laik olmadığı kanısındadır (Türk Anayasa Hukuku, Bursa, 2000, s. 143-144, 153-154) Buna karşılık Bülent Tanör ve Necmi Yüzbaşıoğlu, benim de katıldığım şu görüşü ileri sürmektedir: "Asıl önemlisi, teoride ya da anayasada din-devlet kaynaşması yer aldığı halde, gerçeklikler dünyasında dinin ne devlet katında, ne kamusal yaşamda ne de hukuk alanında etkili bir rolünün bulunmasıdır. Bu gruba giren ülkelerin çoğu, laikliği anayasal ilke ilan etmiş ya da sekülerliği ve din-devlet ayrımını benimsemiş sistemlerden fiilen farklı durumda değillerdir." (1982 Anayasasına Göre Türk Anayasa Hukuku, İstanbul, 2002, s. 92).
Aslında Türkiye'nin bugünkü durumunun da yukarıda verilen klasik laiklik tanımıyla bağdaşmadığı söylenebilir. Laikliğin bir unsuru, devlet kurumları ile din kurumlarının ayrılığını gerektirdiği halde, Türkiye'de din hizmetleri, hem de anayasal bir kurum düzeyine yükseltilmiş bir devlet kuruluşu olan Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından ve onun tekelinde yürütülmektedir. Üstelik, Siyasi Partiler Kanunu'nun 89'uncu maddesi, bir siyasi partinin Diyanet İşleri Başkanlığı'nın devlet teşkilatı dışına çıkarılmasını savunmasını, bir parti kapatma sebebi saymıştır. Böyle bir sistemin, din-devlet ayrılığı değil, devlete bağlı din anlamına geldiği açıktır. Nihayet 1982 Anayasası, laik bir devlette olmaması gereken zorunlu din eğitimini bir anayasal emir haline getirmekle, laikliğin klasik anlamından daha da uzaklaşmıştır. Bu durumda Sami Selçuk'un şu değerlendirmesine katılmamak güçtür: "Türkiye Cumhuriyet'i egemenliğin kaynağı açısından laik; devlet örgütlenmesi açısından teokratik; dini yönlendirme açısından laikçi bir devlettir" (Demokrasiye Doğru, Ankara, 1999, s. 57).
Bu teşhis bizi, Türk laikliğinin önemli bir boyutunu oluşturan laikçilik (laicisme) kavramı üzerinde durmaya götürmektedir. Sami Selçuk'a göre laikçilik, "Descartes'ın akılcılığıyla A. Comte'un bilimsel bir kilisenin temellerini atan pozitivizmi"ni birleştiren "katı bir ideolojidir." (a.g.e., s. 52). Laikçilik, din ve devlet işlerinin ayrılığı ile yetinmeyerek, devlet gücüyle laik bir toplum ve birey yaratmayı, diğer bir deyimle bireylerin düşünce ve davranışlarına dinsel değerlerin değil, rasyonel, bilimsel, pozitivist bir zihniyetin hakim olmasını amaçlamaktadır. Böyle bir anlayışta din olgusuna sadece bireylerin vicdanlarında ve mabetlerde meşruluk tanınmakta, onun sosyal tezahürleri ve kamusal görünürlüğü (public visibility) reddedilmektedir. Aşağıda ele alacağımız Türk Anayasa Mahkemesi kararlarında bu anlayışın çok açık ifadelerini görmek mümkündür.
Buna karşılık Türk anayasa hukuku doktrini genellikle laikliği, devlete toplumu laikleştirme görevi yükleyen laikçilik anlamında değil, onun klasik anlamında tanımlamaktadır. Halen Türkiye'deki hukuk fakültelerinde en yaygın şekilde okutulan anayasa hukuku ders kitaplarında, laiklik başlığı altında, onun, resmî bir devlet dini olmaması, devlet işlemlerinde din ve mezhep ayrımı güdülmemesi, devlet kurallarının din kurallarına dayanma zorunluluğunun bulunmaması, herkesin din ve vicdan hürriyetinin tanınmış ve güvence altına alınmış olması gibi, klasik ve evrensel unsurlarına değinilmekte, devletin toplumu ve bireyi laikleştirme gibi bir göreve sahip olduğu iddia edilmemektedir. (Kemal Gözler, a.g.e., s. 137-154; Tanör ve Yüzbaşıoğlu, a.g.e., s. 90-101; Ergun Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, Ankara, 2007, 2. 76-82; Yavuz Atar, Türk Anayasa Hukuku, 2. Baskı, s. 63-66; Mustafa Erdoğan, Anayasal Demokrasi, Ankara, 1997, s. 201-202). Laikçilik ise Türk doktrininde bir azınlık görüşüdür. Mesela Mümtaz Soysal'a göre, Atatürk'ün laiklik konusundaki politikasının amacı, "dini, kişilerin iç dünyalarından dışarıya taşmayan bir inançlar bütünü durumuna getirmek, onu toplum işlerinden ve 'toplumsal görevler'inden sıyırıp 'vicdanlara itmek'ti" (100 Soruda Anayasanın Anlamı, İstanbul, 1976, s. 174) Benzer şekilde, Yavuz Sabuncu'ya göre, "laiklik yalnızca bir devlet dininin olmaması ve devlet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrılmasını değil, bunun ötesinde ve devletin ve kamusal, toplumsal yaşamın bir dini inancın vesayeti altında bulunmamasını da gerektirir... Dolayısıyla laiklik ilkesi bir vicdan/iç dünya konusu olan dinî inançların yalnızca kamusal değil, toplumsal ilişkilerde de belirleyici olmamasını", "bilimsel/akılcı düşüncenin günlük hayata aktarılmasını" gerektirir (Anayasaya Giriş, 13. basım, Ankara, 2007, s. 143-144).
Kaynak: Zaman