Değerli siyasal bilimci Prof. Dr. Binnaz Toprak ile üç araştırma ortağının gerçekleştirdikleri "Türkiye'de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakârlık Ekseninde Ötekileştirilenler" başlıklı araştırma, Türk kamuoyunda hararetli tartışmalara yol açtı.

Şimdilik bu tartışma, gündemin yeni maddelerinin etkisiyle biraz arka plana atılmış gibi görünse de, hoşgörü sorununun Türk demokrasisi açısından taşıdığı temel önem nedeniyle ben de bu tartışmaya gecikmeli de olsa bazı katkılar sunmak istedim.

Her şeyden önce, çalışmanın metodolojisi ile ilgili birtakım eleştirileri ve buna verilen cevapları uzun uzadıya ele almak istemiyorum. Bu eleştirilerden başlıcası, mülakatların nispeten az sayıda (toplam 401) kişiyle ve genelde AK Parti iktidarının karşıtı olarak tanımlanabilecek kurumlarla (CHP il örgütleri, Atatürkçü düşünce dernekleri, Eğitim-Sen, Eğitim-İş, Pir Sultan Abdal dernekleri, Hacı Bektaş-ı Veli dernekleri, Cem Vakfı, yerel medya kuruluşları, üniversiteler, öğrenci kulüpleri, kadın kuruluşları, ticaret ve sanayi odaları, hastaneler ve tabip odaları) yapılmış olması, dolayısıyla Türkiye'nin geneli hakkında bir fikir vermemesidir. Oysa, nispeten az sayıda kişiyle "derinlemesine mülakat" (in-depth interview) yöntemiyle gerçekleştirilen çalışmaların sosyal bilimlerde meşru bir yeri vardır. Bunlar elbette toplumun tümünün tesadüfî örneklenmesine dayanan anket çalışmalarının yerini tutamazlarsa da onların yararlı bir tamamlayıcısı olabilirler. Çünkü geniş ölçekli anket çalışmalarında, bu yöntemin doğası gereği olarak, deneklere sorulacak sorular sayıca nispeten sınırlı ve genellikle bir veya birkaç kelime ile cevaplandırılacak niteliktedir. Derinlemesine mülakatlarda ise bireyleri belli siyasal tutum almalara iten psikolojik süreçler daha ayrıntılı ve doyurucu biçimde incelenebilir.

Siyasette algılar da gerçekler kadar önemlidir

Gene, her araştırmanın mutlaka nüfusun tümünü temsil iddiasında olması gerekmez; araştırıcı, kendi ilgi alanına göre toplumun belli bir kesimi (bu araştırmada kendilerini muhafazakâr çevre ya da mahalle baskılarına maruz hissedenler) üzerinde yoğunlaşabilir. Zaten araştırmacılar da, bu araştırmadan toplumun tümünü temsil eden bir tablo çıktığı iddiasında değillerdir. Son olarak araştırmadan, bu baskıcı tutumun "AKP iktidarıyla bağlantılı" olduğu sonucu da çıkarılamaz. Çünkü elimizde, "zaman serileri" yani aynı konuda daha önce yapılmış benzer araştırma verileri yoktur. Bunu, araştırmacılar da şu cümleyle ifade ediyorlar: "Gittiğimiz kentlerdeki yaşamı eskiden beri var olan muhafazakâr ortamın mı şekillendirdiğini, yoksa AKP iktidarıyla birlikte kadrolaşma ve cemaat faaliyetlerinin de yaygınlaşması ile yeni bir muhafazakârlıkla mı karşı karşıya kaldığımızı bilmiyoruz."

Bütün bu metodolojik çekincelere rağmen, araştırmanın verileri, Türkiye'nin çeşitli bölgelerinde oldukça ciddi ölçüde bir muhafazakâr mahalle baskısının varlığını ortaya koymaktadır. Bu baskının gerçek mi, yoksa bir algılama sorunu mu olduğu da çok önemli değildir. Çünkü siyaset biliminin ünlü vecizesi ile, "Siyasette algılar da gerçekler kadar önemlidir." Bu açıdan araştırma sonuçları şaşırtıcı değildir. Daha önceki bazı araştırmalar da, Türk toplumunun küçümsenemeyecek bir azınlığında, laikliğin tehdit altında olduğu yönünde algılar bulunduğunu göstermiştir. Mesela gene Prof. Binnaz Toprak'ın Prof. Ali Çarkoğlu ile birlikte gerçekleştirdikleri 2006 tarihli "Değişen Türkiye'de Din, Toplum ve Siyaset" başlıklı araştırmada, deneklerin % 22,1'i laikliğin tehdit altında olduğunu ifade etmiştir. Aynı araştırmaya göre deneklerin % 24,8'i, "Türkiye'de halk, ordunun desteği olmadan da laikliği ayakta tutabilir." önermesine katılmamaktadır. Benzer şekilde, deneklerin % 36,7'si, AKP'nin "Cumhuriyet'in kadın haklarındaki kazanımlarını tersine çevirmeyi" amaçladığı; % 43,8'i, "devlet kadrolarını İslâmî kesimlerin ele geçirmesi için" uğraştığı; % 50,2'si, "Türkiye'de İslâmî yaşam tarzını hakim kılmak" istediği kanaatindedir. (a.g.e., s. 76-77, 87) Bu veriler, Türkiye'de siyasetin, muhafazakârlık-laiklik ekseninde ne ölçüde kutuplaşmış olduğunu göstermeleri açısından ilginç ve endişe vericidir. İlginçtir ki, Sayın Toprak'ın bu araştırması da, mesela türban kullanan kadınların sayısının azaldığı yönündeki bulgusu nedeniyle laikçi çevreler tarafından eleştirilere uğramıştı.

Her halükarda, Türk toplumunda, farklı olana karşı hoşgörü eksikliği ve tepki yönünde oldukça güçlü bir eğilimin varlığı inkâr edilemez. Çarkoğlu-Toprak 2006 araştırmasına göre, deneklerin % 50,9'u kiracısının, % 50'si komşusunun, % 49,6'sı bakkalının, % 50,5'i arkadaşlarının "dini bütün Müslümanlar" olmasına önem vereceklerini ifade etmişlerdir. (a.g.e., s. 79) 1990 tarihli başka bir araştırma, deneklerin % 59'unun Hıristiyan, % 65'inin Yahudi komşu istemediklerini ortaya koymuştur. (Yılmaz Esmer, Devrim, Evrim, Statüko: Türkiye'de Sosyal, Siyasal, Ekonomik Değerler, İstanbul, TESEV, 1999, s. 86) Çağdaş Türkiye'de hoşgörü düzeyinin düşüklüğünü gösteren daha pek çok veri sunulabilir. İlginç olan, çok-dinli, çok-dilli, çok-kültürlü Osmanlı Devleti'nin vârisi olan Türkiye Cumhuriyeti'nin seksen yılı aşkın laiklik uygulamalarından sonra, din eksenli hoşgörüsüzlüğün bu derece yüksek düzeylerde olmasıdır. Bırakalım Osmanlı dönemini, benim çocukluğumun İstanbul'unda komşularımızın, bakkalımızın, diğer mahalle esnafının çoğunun Rum veya Ermeni olması çok doğal karşılanırdı. Üstelik, günümüzdeki hoşgörüsüzlüğün hedefinin sadece gayrimüslimler değil, çoğunluktan farklı bütün gruplar (Kürtler, Aleviler, dinsizler, tesettürlü kadınlar, vs.) olduğu da unutulmamalıdır. Yukarıda zikredilen Çarkoğlu-Toprak araştırmasına göre, dindarlara baskı yapıldığını düşünenlerin oranı, 1999'da % 42,4, 2006'da (yani dört yıllık AKP iktidarından sonra) hâlâ % 17'dir. (a.g.e., s. 90)

Tolerans ya da hoşgörü, demokratik bir siyasal sistemin temel direğidir. Demokrasimizin inkâr edilemeyecek kurumsal eksiklikleri yanında, aşması gereken en temel sorunlardan biri budur. Farklılıkların bir kültürel zenginlik kaynağı sayılması, farklı kimliklerin ve hayat tarzlarının herkesçe kabullenilmesi ve saygı görmesi, bir kesimin karşılaştığı güçlüklerin diğer kesimlerce de anlaşılması ve giderilmelerine çalışılması, sağlıklı bir demokratik hayatın vazgeçilmez şartıdır. Bu gerçek, siyasal liderlerimizce, sivil toplum kuruluşları yöneticilerince ve tüm kanaat önderlerince bıkıp usanmadan topluma telkin edilmeli, mahallî uygulamalarda bu ilkeden görülebilecek sapmalara karşı kesin ve kararlı tutum alınmalıdır.
 
Kaynak: Zaman