1982 Anayasası'nın Cumhurbaşkanlığı kurumuna tanıdığı çok geniş yetkiler herkesin malumu; klasik bir parlamenter rejim içinde sorumsuz bir cumhurbaşkanlığı makamının bu kadar geniş bir yetki ile donatılmasının siyaset teorisi ve anayasa hukuku açısından ne anlama geldiği uzun bir süredir bu konunun uzmanları tarafından tartışılıyor.
Bu atipik modelin 12 Eylül rejiminin bir icadı olduğu, Kenan Evren ya da uzantısı rol modelleri için böyle bir sistem oluşturulduğu, klasik parlamenter rejimlerde ise sembolik, temsilî bir görev üstlenen cumhurbaşkanlığı makamının sorumsuz bir icracı makama dönüştürüldüğü biliniyor.
Üstelik son zamanlarda, kendilerini anayasal sistemin sahipleri olarak tanımlayanların bu atipik model içinde Cumhurbaşkanlığı makamına bir siyasal, anayasal fren rolü de biçtikleri görülüyor. Bu uydurulan fren rolünün de parlamenter tercihlere, dar kalıpların kırılmasına karşı bir fren vazifesi de olduğu Sezer'in son yıllarındaki icraatı ile ortaya çıkmış bulunuyor; oysa parlamenter demokrasilerde parlamenter tercihlere karşı fren ya da denetim rolünün yargı organlarına, muhalefet partilerine ve isterseniz de sivil topluma verilebileceği de bilinen bir konu. Sezer döneminde söz konusu zorlama fren rolünün ve atipik yetki donanımının yüksek yargı mensuplarının ve rektörlerin atanması ve bu atamaların belirli bir duruşu simgeleyen kişiler doğrultusunda yapılmış olması tartışmaların da kristalleştiği bölge gibi gözüküyor; 27 Nisan sürecinin ve gereksiz tartışmalara konu olan cumhurbaşkanlığı seçiminin de kökeninde yine bu iki özellikli kontrol konusunun yani yüksek yargı ve yükseköğretimi şekillendirme konusunun yattığı belirgin.
Köşkün yetkilerini sınırlandırmadaki çelişki
Tüm doğal olmayan süreçlere rağmen Türkiye, 22 Temmuz'un getirdiği meşruiyete dayanarak, 11. Cumhurbaşkanı'nı siyasetin tam da içinden gelen, yüksek siyasal profilli bir kişi olarak belirledi; bu sürece paralel olarak da hem ileride cumhurbaşkanlarının genel oyla seçimi hem de yeni sivil anayasada cumhurbaşkanlığı makamının fonksiyonlarının klasik çizgilere indirgenmesi de gündemde. Ve bu süreçler, yani Sayın Gül gibi yüksek siyasal profile sahip bir kişinin Çankaya'da bulunması, bundan sonra cumhurbaşkanlarının genel oyla seçilmesi, ama aynı zamanda da bu makamın yetkilerinin yeniden temsilî bir çizgiye çekilmesi tezat süreçler olarak sunuluyor. Çankaya'da genel oyla seçilmiş, ya da Sayın Gül gibi yüksek siyasal profilli bir kişinin bulunuyor olması ile Cumhurbaşkanlığı makamının yetkilerinin kısıtlanması, temsilî bir çizgiye çekilecek olması arasında bir tezat bulunduğunun ifade edilmesinin, üzerinde çok düşünülmemiş bir konu olduğunu zannediyorum; bu tezat algılamasının anayasa hukuku açısından mutlaka kökleri mevcuttur, ama meseleye başka açılardan da bakmak bence çok önemli.
Cumhurbaşkanının yetki, fonksiyon hatta misyonunu atama, kontrol, isterseniz fren de diyebilirsiniz, düzeylerinde görmenin çok gerçekçi olmadığı kanısındayım. Türkiye gibi 2012'ye dek kişi başına gelirini ikiye katlamak, 2014'e kadar AB üyeliğini gerçekleştirmek isteyen bir ülkede cumhurbaşkanlığı makamını "fren" kavramı ile eşanlamlı kullanmanın, cumhurbaşkanlarının temel fonksiyonunun sistem kontrol amaçlı atamalar olduğunu düşünmenin hem büyük bir miyopluk hem de Türkiye'ye büyük bir haksızlık olduğunu düşünüyorum. 2007 Türkiye'sinin bugün için en az ihtiyaç duyduğu konunun ne olduğu sorulursa herhalde verilecek cevabın "fren" ihtiyacı olduğu söylenebilir.
Gül'ün asıl vizyonu rektör atamak değil...
Sayın Gül'ün Çankaya görev süresinde üstlenmesi gereken temel misyon, Türkiye'ye fren yapmak değil tam tersine gaz vermek olduğu, çevrenize baktığınızda çok net görülmektedir; bu "gaz verme" fonksiyonunun ise atamalarda belirli bir siyasal duruşa öncelik verme gibi tercihlerle ilişkili olmadığı da ortadadır. Cumhurbaşkanı'na düşen en yüce görev herhalde ülkemizde demokratikleşmeye adım atan Cumhuriyet'i hukuk devleti ile taçlandırma fikrinin, bu fikri kurumsal olarak olanaklı kılacak olan Avrupa Birliği tam üyelik hedefinin bayraktarlığını yapmaktan başka şey olmamalıdır.
Türkiye'de hukuk devleti kavramının tüm kurum ve kuralları ile yerleşmesinin önündeki engeller hâlâ siyaset alanının işi gibi duruyor ya da öyle gösteriliyor; oysa, hukuk devleti kavramı, ama tümü ile evrensel bağlamda, artık Türkiye'de siyaset alanının bir tartışması gibi asla ve asla olmamalı zira tanım gereği siyasal alanın tartışma konuları tersinin savunulmasının da meşru, hukuksal görüldüğü konular olmalıdır ve hukuk devleti kavramının, mesela Avrupa anayasa sahası içinde, tersi savunulamayacağı için hukuk devleti fikri ve hedefi cumhurbaşkanlığı kurumunun, tüm siyasal mülahazaların üzerine çıkarak, ilgisi, koruması hatta bayraktarlık alanı içinde bulunmalıdır.
Örneğin, Türkiye'de TCK'nın 301. maddesinin değiştirilmesi artık bir siyasal talep değil bir hukuk talebidir ve cumhurbaşkanı da örneğin bu alana her türlü siyasal farklılıkların üzerine çıkarak müdahale etmeyi devlet ve hukuk meşruiyeti içinde algılamalıdır; cumhurbaşkanının 301. maddenin değiştirilmesi ya da kaldırılması yönünde bir pozisyonu unutulmamalı ki bir siyasal pozisyon değil, bir hukuk devleti müdafaası pozisyonudur ve devleti temsil görevi olan bir kişinin de asli fonksiyonu devlet kavramı ile özdeş olması gereken hukuku savunmaktır; ama savunulacak hukuk bize özgü hukuk değil, evrensel referanslı hukuk olmalıdır.
Cumhurbaşkanının yüksek siyasi profilli bir kişi oluşu ya da doğrudan seçilecek olması ile yeni anayasada anayasal yetkilerinin azaltılması arasında doğrudan bir ilişki kurmanın çok düz bir mantık sonucu olduğu kanaatindeyim. Türkiye içinde devletin tüzel kişiliğini temsil eden yegane kişi olan cumhurbaşkanının toplumsal misyon ve vizyonunu yüksek yargı mensupları ya da rektörleri seçmekle ilişkilendirmek gerçekten bir vizyon eksikliği olabilir. Cumhurbaşkanlarının asli ve gerçekten önemli fonksiyonu, ülkeye hukuk devleti çizgisinde hedefler göstermek, bu çizgiden sapma eğilimlerini önlemek, 2023 senesinde Türkiye'yi Birleşmiş Milletler Kalkınmışlık Endeksi'nde ilk kırka sokmaya (şimdilik 94'teyiz) çalışmak, AB üyelik hedefini sahiplenmek gibi konular olmalıdır. Birileri bu konuların rektör ya da Anayasa Mahkemesi yargıcı atamaktan daha az önemli olduğunu düşünüyorsa bu da ciddi bir vizyon problemidir.
Kaynak: Zaman