Biraz kişisel dertleşme olacak bu yazı. Cuma akşamından beri yaşadığım ikilemi anlatmaya çalışacağım, sizlerden de biraz yardım isteyeceğim sonra.
Adalet ve Kalkınma Partisi'ne oy vermedim, vermem de. Onların tasavvur
ettiği dünyayla benim dünya tasavvurum arasında büyük bir fark var.

Ama öte yandan, geride kalan altı yılda övdüğüm, desteklediğim AKP uygulamaları da olmadı değil. Özellikle Avrupa Birliği yolunda Kopenhag Kriterleri'nin yerine getirilme arayışlarında, yapılanları zaman zaman eksik bulsam da destek oldum.

AKP'ye bir başka noktada daha destek oldum; 27 Nisan'daki askeri muhtıra sonrasındaki tavrı nedeniyle. O dönemde, demokratik prensipleri sadece bu parti savundu.

22 Temmuz seçim zaferi sonrası AKP, Türkiye'yi demokratikleştirme söylemini sürdürse bile eylemliliğe ara verdi, başta 301. madde değişikliği olmak üzere uzun zamandır beklenen demokratikleşme
adımları durakladı. İpe un serildi.

Sadece bu da değil, ikinci iktidar döneminde AKP kendi muhafazakâr gündemine döndü ve ilk beş yılında kaçındığı bütün Türkiye'yi gerginleştirici kavgalara girdi, 'Her şeyi ben bilirim ve benim dediğim olur' tavrını gündelik davranış kodu haline getirdi.

Adeta şunu söylüyordu AKP: Ben yüzde 47 oy aldım, bunun dışında bir meşruiyet aramaya, toplumsal uzlaşma aramaya ihtiyacım yok.
Bunlar olunca da doğal olarak bu köşede eleştiriler sıklaşmaya başladı. Bana göre AKP artık tıkanmış; 'değişimcilik' niteliğini kaybetmiş ve klasik bir sağ-muhafazakâr parti kimliğine bürünüp kendi dar gündeminin peşinden koşmaya başlamıştı.

Bu tıkanıklık türban tartışmalarında iyice belirginleşti. AKP arkasındaki entelektüel gücü de kaybetmişti. Ardından Danıştay'ın din dersi ile ilgili kararı durumu iyice belirginleştirdi: AKP'nin Türkiye'yi demokratikleştirme, özgürleştirme misyonu artık sona ermişti. Parti içinde özgürlükler konusu bir pazarlık konusu gibi algılanıyor, 'sizin özgürlüğünüz-bizim özgürlüğümüz' anlayışı yerleşiyordu.

Benim kişisel tecrübem, Türkiye'de değişimciliğin özgürleştirmecilikten geçtiği ve değişim vaat etmeyen partilerin de seçim kazanamadığı yönünde. Yani bana göre AKP artık düşüşe geçmişti. Bunun oylara yansıması bugünden yarına mümkün olmayabilirdi belki ama mutlaka olacaktı.

İşte tam bu noktada Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın kapatma davası AKP'nin imdadına geldi.

Daha düne kadar AKP'ye karşı ciddi eleştirel tutum almış, bu partinin niyetlerinden ötürü şüpheye düşmüş ben dahil pek çok kişi, bir kez daha demokrasiyi savunmak adına AKP'yi savunmaya kendini mecbur hissetmeye başladı.

Bu köşenin okurları biliyor, başörtüsü meselesinin çözülme yöntemini eleştirsem dahi, Türkiye'de laikliğin elden gitmek üzere olduğu yönündeki görüşe prim vermedim. Böyle düşündüğüm için de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı'nın dava gerekçeleri bana ikna edici gelmiyor.

Ama Türkiye öyle bir ülke ki, mütemadiyen insanları siyah ya da beyazdan birini seçmeye zorluyor. Ara renklere tahammülümüz yok.

O renklerle bir resim yapamıyorsunuz, dünyamız hep siyah-beyaz.
Şimdi bir kez daha köşeye itildik, tarafımızı seçmeye zorlanıyoruz. Benim tarafım belli: Demokrasi.

Kendi kendime soruyorum: AKP'ye yönelteceğim her eleştirinin bu siyah-beyaz dünyada Yargıtay Başsavcısı'nın davasına destek olarak algılanmasının önüne nasıl geçebilirim?

Bu imkânsız bir şeyse, AKP'yi eleştirmekten hiç değilse bir süre için
geri mi durmalıyım?

Ama bu süre de belirsiz bir süre olduğuna, kapatma davası bugünden yarına sonuçlanmak bir yana belki yıllar sürebilecek bir süreç olduğu için AKP'ye gerekmeyen bir prim vermiş olmaz mıyım?
Gerçekten yardımınıza ihtiyacım var.

Kaynak: Radikal