Hukukî varlığı yeni Meclis'in seçilmesine kadar devam edecek olan Meclis'in, bu süre içinde Anayasa ile kendisine verilen tüm yetkileri eksiksiz olarak kullanabileceği, bu arada isterse Anayasa'yı da değiştirebileceği, fazla açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır. Böyle bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi'nce şekil yönünden iptal edilebileceği iddiası da, aynı derecede mesnetsizdir.
Son günlerde bir kısmı fısıltı gazetesi yoluyla dolaşan, bir kısmı da medyaya yansıyan bazı hayalî anayasa senaryoları, siyasî görüşü ne olursa olsun, her dürüst hukukçunun dudaklarını uçuklatacak niteliktedir. Bunlar hukuken cevaplandırılmaya bile değer olmamakla birlikte, içinde yaşadığımız psikolojik iklimi aydınlatmak açısından üzerlerinde kısaca da olsa durmak gereklidir.
Bunlardan, oldukça yaygın şekilde ileri sürülen ve bazı anayasa hukukçuları tarafından da savunulan bir tanesi, cumhurbaşkanı seçememe dolayısıyla "derhal yenilenme" sürecine giren TBMM'nin anayasa değişiklikleri yapamayacağı (aynı gerekçe ile, normal kanunlar da çıkaramayacağı), aksi halde bu anayasa değişikliklerinin şekil yönünden Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilebileceği iddiasıdır. Bilindiği gibi, Anayasa'nın 77'nci maddesine göre "yenilenmesine karar verilen Meclis'in yetkileri, yeni Meclis'in seçilmesine kadar devam eder". Meclis'in sürekliliği ya da istimrarı adı verilen bu ilke, sadece 1982 Anayasası'nın emredici bir hükmü değil, Cumhuriyet hukukunun 1921 Anayasası'ndan bu yana süregelen ve daha sonraki bütün anayasalarda da tekrarlanan temel bir ilkesidir. Kökleri Millî Mücadele döneminde olan bu ilke, ülkenin bir an için bile olsa, Meclis'siz kalmamasını amaçlamaktadır. Hukukî varlığı yeni Meclis'in seçilmesine kadar devam edecek olan Meclis'in, bu süre içinde Anayasa ile kendisine verilen tüm yetkileri eksiksiz olarak kullanabileceği, bu arada isterse Anayasa'yı da değiştirebileceği, fazla açıklama gerektirmeyecek kadar açıktır. Böyle bir değişikliğin Anayasa Mahkemesi'nce şekil yönünden iptal edilebileceği iddiası da, aynı derecede mesnetsizdir. Anayasa'nın 148'inci maddesine göre, "kanunların şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın, öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı, Anayasa değişikliklerinde ise, teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlıdır". Önümüzdeki olayda bu unsurlardan hiçbirinin mevcut olmadığı açıktır. Anayasa Mahkemesi, 148'inci maddede sayılanlar dışında hiçbir sebeple bir Anayasa değişikliğini şekil yönünden iptal edemez.
Meclis'in yetkileri tam anlamı ile devam ediyor
Bu iddia ile bağlantılı sayılabilecek bir iddia da, 102'nci maddede değinilen "derhal yenilenme" durumunun, erken seçime gidilmesine yol açan diğer iki yoldan bağımsız, kendisine özgü bir "üçüncü yol" teşkil ettiği, dolayısıyla diğer iki yoldan farklı değerlendirilmesi gerektiği hususudur. Bilindiği gibi diğer iki yol, Meclis'in beş yıllık yasama dönemi dolmadan seçimin yenilenmesine karar vermesi (m. 77) ve 116'ncı maddede belirtilen şartların varlığı halinde cumhurbaşkanınca seçimlerin yenilenmesine karar verilmesidir. 102'nci madde, bunların dışında bir "üçüncü yol" yaratmış değildir. Anayasa'nın hiçbir yerinde, 102'nci maddede öngörülen durumun, 77'nci madde gereğince Meclisçe erken seçim kararı alınmasından farklı bir yol olduğuna dair bir işaret bulunmamaktadır. Maddede "derhal" kelimesinin anlamı ve seçimlerin yenilenmesine ve tarihine kimin karar vereceği konusunda açıklık yoktur. "Derhal" kelimesi elbette ertesi gün anlamına gelemeyeceği gibi, seçimlerin yenilenmesine ve tarihine karar verecek olan merci de, ancak TBMM olabilir. Aksi halde bu konuda Yüksek Seçim Kurulu'nun yetkili olduğunu kabul etmek gerekecektir ki, bu takdirde Türkiye, yasama meclisinin hukukî varlığına bir yargı mercii kararı ile son verildiği ilk ve tek ülke olarak, dünya anayasa hukuku literatürüne geçecektir. Kaldı ki, bu kadar saçma bir yorum kabul edilse bile, 77'nci maddenin âmir hükmünü, yani Meclis'in yetkilerinin yeni Meclis'in seçilmesine kadar devam edeceği ilkesini göz ardı etmek gene de mümkün olamayacaktır.
Benzer bir iddia, 102'nci maddenin öngördüğü cumhurbaşkanını seçememe durumunda, TBMM'nin diğer yetkilerini kullanmaya devam edebileceği; fakat erken seçim kararı alamayacağı iddiasıdır. Bu iddia da, seçim kararını ve seçim tarihinin belirlenmesini Yüksek Seçim Kurulu'na bırakması itibarıyla, yukarıda değinilen gerekçelerle reddedilmelidir. 102'nci maddedeki durumun varlığı, Meclis'in hiçbir yetkisinde azalma meydana getiremez. Aksini düşünmek, 77'nci maddenin sözüne ve ruhuna tümüyle aykırıdır. Aynı şekilde, TBMM'nin seçimlerin yenilenmesine ve seçim tarihinin 22 Temmuz olarak belirlenmesine dair kararının, herhangi bir nedenle Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilebileceği düşünülemez.
Hukuken hiçbir geçerliliği olmayan bu iddialara, AK Parti hakkında seçimlerden önce kapatma dâvası açılabileceği, böylece seçmen davranışlarının etkilenmeye çalışılacağı gibi inanılması güç bir senaryo da eklendiğinde durumun ciddiyeti ortaya çıkmaktadır. Bütün bu iddialar bir sinir harbinin parçaları ise elbette ayıp ve tehlikelidir. Ama bunun ötesinde ciddî bir planın unsurları olarak düşünülüyorsa, o zaman ortada gerçekten vahim bir durum var demektir. Bu zihniyet, toplumun ne kadar kutuplaşmış olduğunu ve demokrasi görüntüsü altında bir vesayet rejimini savunanların nelerden medet umduklarını göstermesi açısından ibret vericidir. Son günlerde vesayet rejimi taraftarlarının seslerini daha yüksek ve daha cüretkâr biçimde duyurmaya başlamaları ilginçtir. Bir televizyon programında çok ünlü bir anayasa hukuku profesörü, Türkiye'de devrimin tamamlanmamış olduğunu, devrim tamamlanana kadar birtakım süzgeçlere ve filtrelere ihtiyaç bulunduğunu söyleyebilmiştir. Hangi devrimin, kimin tarafından ve nasıl tamamlanacağı sorularının cevabı açık olmamakla birlikte, filtre ve süzgeçlerden, askerî ve bürokratik makamların vesayeti altında yarım, hattâ çeyrek porsiyon bir demokrasinin kastedildiğinde kuşku yoktur. Benzer şekilde, Cumhuriyet mitinglerinin düzenleyicilerinden biri olan saygın bir profesör, ordunun siyasal süreçte görüşlerini belirtmeye hakkının olduğunu ve aynı zamanda bir sivil toplum kuruluşu olarak çalıştığını ifade etmiştir. (Türkan Saylan'la röportaj, Star, 15 Mayıs 2007) Bu örneklerin listesini alabildiğince uzatmak mümkündür.
İşin daha da üzüntü verici tarafı, bu tahriklere yargı organının da âlet edilmesine çalışılmasıdır. Bağımsız ve tarafsız bir yargı, hürriyetçi demokrasinin olmazsa olmaz şartıdır. Bu bağımsızlığın örselenmesi ne kadar tehlikeli ise, halk iktidarının bir çeşit yargı iktidarına (juristocracy) ya da bir hâkimler hükümetine dönüştürülmesi de o kadar kabul edilemez. Herkesçe bilinmesi gerekir ki, yukarıda değinilen senaryolardan bir tekinin gerçekleşmesi halinde dahi, yurt içinde ve dışında hiçbir sağduyu sahibi demokratı Türkiye'de gerçek bir demokratik rejimin var olduğuna inandırmak mümkün olmayacaktır. Türkiye, vesayetçi yarı-demokrasi ile gerçek liberal demokrasi arasında tercihini yapmak zorundadır.