Son yıllarda Türkiye’yle ilgili genel kanaat, ordunun ve yargının işlerin İslamcılar için yolunda gitmesine ‘direndiği’ yönünde. Şu ana dek AKP’ye darbe yapmayı planladıkları iddiasıyla bazı muvazzaf ve üst düzey subaylar gözaltına alındı. Liberal gazeteciler ve siyasetçiler darbeler döneminin geride kaldığını söylerken, milliyetçiler ve laikler laikliğin rejimin anayasası olduğunu, İslamcıların son yıllarda yeni halk kesimlerinin kendilerine oy vermesinden destek alarak anayasayı ve rejimi kuşatmaya çalıştığını düşünüyor. Gazeteciler ve bazı liberaller bu iddiaya, anayasa veya rejime yönelik endişeye gerek olmadığını söyleyerek yanıt veriyor.
Peki Türkiye’de bugün yaşanan tam olarak ne? Ülke içinde ve dışında devam eden İslamcı halkçı rüzgar karşısında rejimin geleceği nerede? Türkiye’deki laikler geçtiğimiz 70 yıl boyunca dinle devleti ayıran güçlü bir laik sistem kurdu ve bu sistem dindarlar arasından geniş kesimlerden tepki çekti. Fakat aynı sistem sorgu ve muhasebe kurumları da kurdu, küçük ve büyük İslam ülkelerinin ihtiyaç duyduğu istikrarı sağladı.
‘Laiklik karşıtı’ iddiası temelsiz
Ordu, terazinin İslamcılar lehine baskın olduğunu düşündüğü her seçimin ardından anayasayı ve meclisi işlemez kılarak, hükümeti düşürerek ve bir süre iktidarda kalarak müdahalede bulunuyordu. Asker sonrasında siyasetten çekiliyor, seçimlere ve sivil siyasete dönülüyordu. Bu durum dört kez açıkça, birçok kez de gizli baskılarla tekrarlandı. Türk laikliği seçmenin iradesine direnemeyince, asker ve yargı direndi.
Söz konusu iki kurum Türkiye’yi bugüne dek korudu veya korumaya çalışıyor.
Fakat bu kez hiçbir asker, mevcut bölgesel ve uluslararası şartların gölgesinde darbeyi düşünmeye cesaret edemedi. Dahası, AKP hükümeti birçok ekonomik ve siyasi başarı elde etti. Şeffaf seçimlerle çoğunluğunu artırdı. Başörtüsü yasağının kaldırılması gibi dini veya muhafazakâr talepleriniyse yargının engellemesi nedeniyle gerçekleştiremedi.
Türk İslamcıların laikliği ortadan kaldırmayı amaçlayan gizli bir programa sahip olduğu iddiasına dair güçlü kanıtlar bulunmuyor. Fakat sahip oldukları korkunç halk desteği de, istemeleri halinde bunu yapmalarına imkân tanıyor. Aslında anayasayı değiştirerek, ordunun ve laik yargının yetkilerini sınırlayarak bunu yapabilirler.
O halde bir sıkıntı veya sorun var. Laik rejim güçlü ve istikrarlı kurumlarıyla insanların çoğunluğunun güvenini şu ana dek alamadı, ancak diğer yandan Batı’yı rahatlattı. Batı Türkiye’nin istikrarına uzun süre bel bağladı ve bugün de büyük ölçüde bel bağlıyor. Peki demokratik anayasal kurumlarla ılımlı İslam söylemi altında değişim için artan halk iradesi arasında uyum nasıl sağlanır? Acaba bu soru Türkiye ve İslam dünyasına mı özel, yoksa dünyanın başka yerlerinde de benzerleri var mı?
Arap ve İslam dünyasında İslamcılar ana muhalefet hattını oluştururken, seçilmiş ya da seçilmemiş rejimlerin halk desteği zayıf ve kırılgan. Türkiye’yse İslamcı bir partinin özgür seçim kanalıyla iktidara gelme gücü açısından bir istisna. Türkiye’deki laik rejim böyle bir duruma olanak tanırken, birçok ülkedeki İslamcı partiler aynı imkâna veya meşruiyete sahip değil. İslamcı veya İslamcı olmayan bu popülizm Türkiye’ye veya İslam dünyasına da has değil. Birçok güney ve orta Amerika ülkesinde popülist dalgalar esti; iktidara gelen popülist başkanlar rejimleri ve anayasaları değiştirdi. İktidarda kendilerini ölümsüzleştirmeye çalıştılar. Bu girişimlerine rağmen, bazıları yoksul kesimler arasında hâlâ yaygın desteğe sahip. Brezilya dışında, bu ülkelerin ekonomik, sosyal ve siyasi şartları iyi değil. Bununla birlikte, bir dönemliğine seçilen edvlet başkanları ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak için anayasayı değiştirerek koltuğu terk etmek istemiyorlar.
Zekeriya’nın kitabını hatırlattı
Newsweek dergisinin editörü Ferid Zekeriya, ‘Özgürlüğün Geleceği (The Future of Freedom)’ adlı kitabında bu sıkıntıyı veya krizi yazmıştı. Yeni demokrasilerin ‘direnemediğini’ belirten Zekeriya, insanların şartlarının yeterince iyileştiğini düşünmedikleri durumlarda kahraman, kurtarıcı ve yoksulların destekçisi bir modele başvurduğunu savunuyor. Bu kişi de genelde daha önce darbe yapıp sonradan seçimle iktidara gelen eski bir general oluyor. Fakat Zekeriya kitabının iki bölümünde ‘İslamcı istisna’dan bahsederek kendisiyle çelişiyor. Zira Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Balkanlar’daki popülizmin demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü tehdit ettiğini belirttikten sonra, İslam dünyasındaki halkların değişim ve özgür seçimler yolunda güçlü bir eğilim ortaya koymadığını ifade ediyor.
Oysa Türkiye’yeki şartlar tam tersi. Popülistler muhalefette değil, iktidarda. Özgür seçimlerle iktidara geldiler ve seçim başarıları tekrarlanıyor. Ekonomiyi çöküşten kurtardılar ve çok sayıda insanı yoksulluk sınırından kurtardılar. Onlara karşı çıkanlarsa generaller, yargı ve bazı aşırı milliyetçiler. Tehditlerini kazanamadıkları seçimler değil, komplo ve darbe üzerinden yöneltiyorlar. Fakat teoride, bir sonraki seçimde istediklerini başarabilirler. Özellikle de AKP hükümetinden zarar gören grupları kapsayan koalisyonlar oluşturabilirlerse...
Peki İslamcılara ve vaat ettikleri İslam devleti projelerine dair düşünce arka planında, Türkiye’deki gibi generallerin ve yargıçların da kabul edeceği bir tür dengeye ulaşmak mümkün değil mi?
Yani birçok Arap ülkesi için şöyle bir çerçeve düşünmemiz doğru olmaz mı: Adalet ve hesap verirliğin sağlanması için güçlü sivil kurumlar ve hukuk devletinin yanı sıra seçimle iktidara gelecek, anayasayı, yasaları ve kurumları değiştiremeyecek İslamcı, halkçı veya sosyalist eğilimli seçilmiş hükümetler.
Hindistan örneği manidar
Zekeriya böyle bir durumun ancak Hindistan gibi köklü bir demokrasiye ve derin anayasal kurumlara sahip ülkelerde mümkün olabileceğini ifade ediyor. Zira Hindistan’daki sağcı ve popüler isimler bir süre iktidarda kaldı, özgür seçimleri defalarca kazandı. Bununla birlikte, girişimlerine rağmen anayasayı değiştire-mediler. Güvenlik organlarını ve yargıyı kontrol altına alamadılar. Nihayetinde hukuk devletine boyun eğdiler, seçimleri kaybettiler ve Kongre Partisi iktidara döndü. Basit bir deyişle, koruyucu, gözetici ve tarafsız sivil kurumlara sahip olmayan yeni demokrasilerde popülist kişiler bir kez iktidara geldikten sonra koltuklarını bırakmak istemiyor.
Türkiye’de yargı ve arkasındaki askerler daha önce de İslamcı Necmettin Erbakan’ın hükümetini devirmişti. Ne var ki bu girişim fayda etmedi ve AKP hem başbakanlığı hem de cumhurbaşkanlığını aldı. Şimdi Erdoğan geçmişten ders çıkarmalı ve onları kendisini yargıladıkları gibi yargılamamalı, kendisini suçladıkları gibi suçlamamalı. Böyle davranması affetmek veya siyasi fazilet göstermek anlamına gelmez;
aksine denge, istikrar ve sürekliliğin yanı sıra Türkiye ve Arap-İslam dünyası için yeni bir model ortaya çıkarmak yönünde ince bir hesap yapmak anlamına gelir. (Londra’da Arapça yayımlanan Şark ül Evsat gazetesi, 26 Şubat 2010)
Kaynak: Radikal