Sen demokrasiye gitmezsen bombardıman uçaklarıyla demokrasi sana gelir.

Demokrasiyi ulaştırmak, batılı hükümetlerin diğer halklara karşı işlediği her bir cürmün her işe yarayan “gerekçesi” oldu. Siyasi süreçleri ifsat etmek amacıyla diğer ülkelerin iç işlerine batı müdahalesini haklı kılmak için kullanıldığı gibi - isteseler de istemeseler de - demokrasiyi “ulaştırmak” maksadıyla topraklarını işgal ve istila etmenin gerekçesi olarak da kullanılıyor. Geçmişin ganbot diplomasisi / gözdağı siyasetinin yerini bugün cruise füzesiyle demokratikleştirme aldı.

Demokrasinin doğasından evvel bu tür projelerin dayandığı bazı temel varsayımlarını ele alalım. Britanya’nın emeksiz üstünlüğünden Amerika’nın Alınyazısı Doktrinine (Manifest Destiny) kadar her daim dünyanın batılı taleplere riayet etmesi beklenmiştir. Savunulması gereken, geçmişte “İngiliz çıkarlarıydı”; isterse bu süreçte milyonlarca insanın yok olması söz konusu olsun, bugün de “Amerikan çıkarları” kutsal. Afganistan, Irak, Pakistan, Yemen, İran ve cruise füzeleri yüklü Amerikan savaş gemileriyle dolu Basra Körfezi’nde açık seçiktir bu.. Amerikan çıkarlarına çalışan ölümcül silahlarla donanmış savaşçıların olmadığı bir karış yer – karada ve denizde - kalmadı.
Son yirmi yıldır, batılı çıkarlara hizmet eden bazı kavramlar pazarlandı. Bunlardan bazıları elden çıkarılmak zorundaydı çünkü müdaafası zordu fakat diğer bazıları halen revaçta. Hepsi de Amerika’nın akbaba askeri gücünün mümkün kıldığı batılı çıkarlara hizmet etmeye ayarlıdır. Sovyetlerin çöküşüyle birlikte “barış hissesi” dillere pelesenk olmuştu. Bu söylem, bilgili Müslümanlardan bile duyuluyordu ki iç karartıcı bir durumdu. Askeri doğasından dolayı Amerika’nın, dünyanın çeşitli bölgelerinde mütecâviz savaşlar başlatması yüzünden “barış hissesi” kısa ömürlü oldu. 1991’de Irak’a karşı hızlı bir askeri başarı elde edildiği için şişinen Amerikalı yetkililer ve medya bilgeleri, emri “yeni dünyanın” vereceği, diğerlerinin itaat edeceği bir “Yeni Dünya Düzeni’nden” bahsetmeye başladılar. Karşılıklı bağımlı bir dünya söyleminin yerini “güçlü haklıdır” söylemi aldı zira Amerika’nın dünyadaki tek süpergüç olduğu farzedildi. Amerikan barışı dünyanın üzerine doğdu; onun talep ettiklerini herkes kabul etmek zorundaydı. Karşılıklı bağımlılık bile dar bir şekilde tanımlandı: Diğer halkların kaynakları Amerika’nın erişimine açık olmalıydı ki açgözlü müfrit hayat tarzını sürdürebilsin. Amerikan taleplerine direnmeye cüret edenler, Taş Devrine dönecek şekilde bombalanmakla tehdit edildiler. Afganistan ve Irak’a bu ilaçtan aşırı dozda verildi; İran ve Pakistan ise benzer muamele görmekle tehdit ediliyorlar.

Batı demokrasinin doğasını incelemeden evvel diğer iki kavram da bahse değerdir: Francis Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezi ve Samuel Hungtington’ın Medeniyetler Çatışması teorisi. Komünizm’in çöküşüyle birlikte Fukuyama, muzafferâne bir edayla, kapitalizme dayalı batı liberalizmi’nin dünya meselelerini düzene koymak için başka bir fikre ihtiyaç duyurmayacak şekilde zafer elde ettiğini ilan etti. İnsanlık, batının kapitalist liberalizmi sayesinde en nihayet nirvana’ya ulaşmıştı. Hungtington ise teorisini batıya karşı en büyük meydan okumanın yeniden dirilen İslam ve Konfüçyüs Komünizmi ittifakından geleceği varsayımına dayandırmıştı. Bazı Müslümanlar, tüm mâsumiyetleriyle, Medeniyetler Çatışması teorisine “Medeniyetler arası Diyalog” savıyla cevap verdiler. Teorik olarak bir anlamı vardı ama iki bakımdan kusurluydu: Birincisi, Batı bir medeniyet değildir. Gandi, Batı medeniyeti hakkında ne düşündüğü sorulduğunda şöyle demişti: “İyi bir fikir.” İkincisi, Batı diyaloğa hiçbir zaman ilgi duymamıştır; riayet bekler o. Bazı Müslümanların diyalog teklifini yüzdürdükleri bir zamanda, Batı, başta Müslümanlar olmak üzere diğer halklara karşı en rezil suçları işliyor. ABD liderliğindeki Batı, diyaloğu cruise füzeleriyle yürütüyor; Iraklılara ve Afganlara sorun. ABD’nin 2002 Ekim’inde Afganistan’ı işgali öncesinde, zamanın ABD başkanı George Bush, Taliban lideri Molla Ömer’in müzakere teklifine “seninle Kabil’de görüşürüz” diye cevap vermişti, ki yüksek irtifa bombardıman uçakları, zaten Taş Devri’nde yaşamakta olan Afganistan’da ayakta duran birkaç şeyi yok etmek üzere çoktan yola düşmüştü. Amerika, diyaloğu yarım tonluk bombalarla yürütür.

Şimdi de demokrasiye bakalım. Demokrasinin sözlükteki tanımı “halkın temsili veya doğrudan yönetimi; ırsi sınıf ayrımını önemsemeyen ve azınlığın görüşüne hoşgörü gösteren toplum.” Batı demokrasileri, yönetimlerinin herkesin yahut halkın çoğunluğunun iradesini yansıttığını iddia etmektedir. Bu tanımda bile temel bir kusur vardır zira insanların düşüncesi yüksek değerlerden ziyâde şahsi çıkarlara dayanır. Dolayısıyla, bir kimse yamyam kolonisinin arasına düştüyse, tanıma göre, yamyamlığı meşru yaşam şekli olarak kabul etmek zorundadır. Demokrasi müdaafileri, birilerinin yemek tabağına düşmeyi kabul ederler mi acaba? Daha başka örnekler de var. Mesela alkol tüketimi. Zararlı etkileri bilinmesine rağmen, batıdaki insanların büyük bir çoğunluğu yol kazalarına yol açtığı gibi sağlık mâliyetlerini de artıran alkol tüketim hakkında ısrar ediyorlar. Benzer şey, sağlık üzerindeki olumsuz etkileriyle sigara için de geçerli.

Demokrasi’nin uygulamada gerçekliği nedir? Batılı toplumlardaki siyasi sistemler seçkinlerin sıkı denetimi altındadır. Paralı insanlar, sistemi kendi çıkarlarına göre manipüle etmektedirler. Kitleler ise aynı sınıftan rakip seçkinlerin ileri sürdüğü politikaları onaylayacak oy bankası olarak kullanılmaktadırlar. Geçmişte sistemi kontrol edenler feodal seçkinlerdi ve sistemi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlardı. Sanayileşme ve bankacılık sektörünün gelişimiyle birlikte, yeni bir sınıf yükseldi. Şimdi de çokuluslu şirketler sistemi kendi çıkarlarını koruyacak şekilde manipüle ediyorlar. Halktan, kitlelerin çıkarlarını değil de seçkinlerin çıkarlarını temsil eden o aynı seçkin grup arasında seçim yapması isteniyor. Farelerden kendilerini yönetmek üzere farklı renkte kediler arasında seçim yapmalarını istemek gibi bir şeydir bu: Siyah kedi, beyaz kedi, sarı kedi….vb

Siyasi sistemlere de yakından bakmalıdır. İnsanların seçim serbestiyeti olduğu iddia edilirken gerçekten çok az sayıda bir azınlığın tasarrufundadır. Örneğin, siyasi partiler dıştakilerin içeriye girmesini veya halkın arzularını temsil etmelerini imkansız kılacak şekilde kontrol edilmektedir. Teorik olarak siyasi partiler herkese açıktır ama faaliyetleri paraya bağımlı olduğu için zenginin arzularına tellallık etmek durumundadırlar. Politika pahalı bir spor gibidir ve politikayı kendi çıkarları doğrultusunda paralı sınıflar etkiler. Batılı siyaset düşünürleri ne yapılması gerektiği hakkında samimidirler. 20. yüzyılın önde gelen gazeteci ve siyaset filozofu Walter Lippmann “halk, kendi yerine yerleştirilmelidir ki seçkinler, işlevi eylemin katılımcısı değil meraklı izleyicisi olan şaşkın sürünün kükreyişi ve ayağının altında çiğnemesinden azâde kalarak yaşayabilsin” diye yazmıştır. 18. yüzyıl İngiliz filozofu David Hume’un iki asır önce gözlemlediği üzere Lippmann’ın endişesi mesnetsizdi. Hume “çoğunluğun azınlık tarafından ne de kolay idare edildiğini ve insanların kendi hissiyat ve tutkularını liderlerine havale ettikleri zımni teslimiyeti görmekten duyduğu şaşkınlığını gizleyememişti.”

Yöneticiler ise kurumsal seçkinlerin hizmetkârıdır. Aynı kurumsal seçkinlerin mülkiyetinde ve denetiminde olan vazifeşinas medya, kitlelerin siyaset sahnesine yönelik ilgisini ayakta tutarken politika da bir tür spora dönüşmüştür. Seçkinler klubü’nün bir üyesinin elinde tuttuğu sirk eğitmeni kırbacının sesine her bir oyuncunun tepki verdiği bir sirke dönüşmüştür politika. Kitleler liderlerini “seçme” özgürlüğüne sahip olduklarına inandırılmışlardır ama liderleri sistemi kontrol eden kurumsal seçkinlerce çoktan seçilmiştir. Kitlelerden seçkinlerin rakip temsilcileri arasında seçim yapması istenir. Her hâlükarda, seçimlerden sonra, seçkinlerin taleplerine riayet edilmesini sağlama almak üzere atanmış danışmanlar ve diğer parazitler “seçilmiş” liderlerin çevresini sararlar.

Kitleler, Irak ve Afganistan’daki savaşlar gibi bazı politikalara karşı çıktıklarında bile arzuları önemsenmez. ABD, İngiltere ve Kanada’da halkların çoğunluğu bu savaşlara karşı çıkmasına rağmen, yöneticileri, aynı seçkinlerin mülkiyet ve denetimindeki medya tarafından derin beyânatlarmış gibi sunulan bayağı açıklamalar yaparak askeri politikalarını sürdürdüler. Seçimler çok az fark yaratır zira hiçbir siyasi parti veya lider, hakikati savunacak cesarete sahip değildir. Seçkinler ne derse onu yapmak zorundadırlar.

Bir de lobicilik sanayii var. Lobicilik, pahalı bir teşebbüstür. Paralı az sayıda insan, siyasi sistemi kendi çıkarları doğrultusunda manipüle edebilmektedir. ABD’de, Siyonist lobi, silah sanayi ve şu yakınlarda da bankacılık, sistemin nasıl kontrol ve manipüle edildiğini gözler önüne sermiştir. Siyonist lobinin taleplerine karşı çıkma cesareti hiçbir Amerikan liderinde yoktur. Milyonlarca Amerikalı doğru dürüst bir iş’te çalışma, barınma ve sağlık hizmeti alma hakkından mahrumken, milyarlarca dolar her yıl Siyonist devlete pompalanmaktadır. Amerika’nın küresel savaşı, sıradan Amerikalıların sırtından yürütülüyor; silah sanayisinin baronları düzenli olarak kâr yapsınlar diye uzak diyarlarda onların oğulları ve kızları ölüyor. Bankacılığın cüceleri, saadet zincirlerinde milyarlarca dolar kaybettiler ama sonra devletten kendilerini kurtarmasını talep ettiler ve aksi takdirde tüm bir sistemin çökeceğini söylediler. Milyonlarca Amerikalı işlerini evlerini kaybederken onlara yaklaşık 1 trilyon dolar verildi. Halkın çıkarları nasıl korunabilirdi? Banka yöneticileri sahtecilikle yargılanabilir ve uzun hapis cezalarına mahkum edilebilirlerdi. Ama olmadı. Amerika’nın demokratik ütopyasında sıradan insanlar evlerinden atılıp çadırlarda yaşamaya mahkum edilirken onlar kendilerine milyarlarca dolar ikramiye verdiler.

Demokrasi işte böyle çalışıyor. Sıradan insanlara karşı sempati ifadesi mümkündür ama bu onların sofrasına ekmek koymaz.

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı