Bir darbenin meydana gelmesinde öncülük eden güç hangisidir? Ordu mu, medya mı?
Öteden beri cevabını merak ettiğim sorudur bu.
Şimdi diyeceksiniz ki: Şuncacık şeyi hâlâ bilmiyorsan, yazık sana!
28 Şubat post modern darbesinin 11'inci sene–i devriyesini idrak ettiğimiz şu günlerde, zavallı aklımın köşeciğinde bağdaş kuran bu soruyu o kadar da kolay zannetmeyin. Aman ha!
Çünkü mezkur soru, memleketimizin en kolay cevap verilebilecek en zor soruları arasındadır.
Darbeleri iç ve dış güçlere veya ekonomik nedenlere dayandıranların şimdiye değin yazıp çizdiklerini herkes kadar ben de biliyorum.
Lakin dikkat buyurun; benim cevabını merak ettiğim soru, darbelerin nedenleri değildir.
Normal şartlar altında bir darbenin meydana gelmesi için olmazsa olmaz cinsinden gerekli alet edevatın neler olduğunu biliyoruz.
Mesela, bir darbe için her şeyden evvel etkin ve güçlü bir cunta gerekiyor. Cuntaya da tank, tüfek, marş ve bildirinin yanısıra uygun bir ortam lazım tabii.
İşte işin 'püf' noktası tastamam buradadır:
"Ortamı kim hazırlıyor?.."
Aklınıza andıçlar, mebzul miktarda Ertuğrul Özkökler, asparagaslar falan gelmiş ve (bu soruya) hemencecik, "medya" cevabını vermişsinizdir, değil mi?
Gelgelelim, benim baştan beri cevabını aradığım soru bu değil. Budur, diye ısrar edecek olursanız, "Medya kafasına göre mi "ortam" hazırlıyor?" sorusuna da cevap vermeniz gerekir.
Yanlış anlaşılmasın medyanın bu işteki fonksiyonunu tartışmıyorum.
Medyasız darbe olabilemez elbette. Medya olmazsa halk darbeden nasıl haberdar olacak?
Düşünsenize, darbe olmuş ama halkın haberi yok! Olur mu öyle şey?!
Dolayısıyla bir darbe için ordu, medya ve halk şart. Cuntanız var, medyanız var ama halkınız yoksa, hiçbir zaman darbe yapamazsınız. (Halkımızın darbelerdeki kıymetini bilelim, hakkını yemeyelim, diye söylüyorum.)
Neyse, mevzuyu daha fazla uzatmayalım da, ne demek istediğimiz açık seçik anlaşılsın diye soruyu şöyle soralım:
Düğmeye ilkin kim basıyor; ordu mu, medya mı? Hangisi? (Konumuz darbelerin işleyiş tarzı olduğu için yönlendirici iç ve dış mihrakları özellikle kapsam dışında tuttuğumu belirteyim.)
"Darbe sürecinde (bir kısım) medya ile cunta arasında kesintisiz iletişim ve işbirliği söz konusudur; düğmeye birlikte basarlar…" falan diyeceksiniz, değil mi? Ben de böyle der, böyle düşünürdüm çünkü.
Acaba gerçekten de böyle midir?
Dinç Bilgin, 28 Şubat sürecinde, sahibi bulunduğu medyayı kontrol edemediğini söylemişti ama…
Hasan Celal Güzel'e kulak vermenin tam sırasıdır:
"Bakın her darbe döneminde gazeteler darbecilerin hakimiyeti altına geçer. Ben size bir bilgi vereyim, bir anekdotumu anlatayım: 1980'den sonra ANAP iktidara geldi. Ben de Başbakanlık Müsteşarı oldum. O zaman Türkiye'nin en çok tirajı olan gazetelerden bir tanesinin genel yayın yönetmeni beni aradı. Dedi ki: Yarın manşette ne yapacağız? "Bana ne kardeşim, bana niye soruyorsun" dedim. Dedi ki: Daha evvel hep biz Genelkurmay'a sorardık. Genelkurmay'a sorduk, dediler ki: Artık sivil idare geldi siz onlara sorun. Ben de "Biz böyle şeylere karışmayız, istediğiniz manşeti atabilirsiniz" dedim. Yani gerek 27 Mayıs'ta, gerek 12 Mart'ta, gerek 12 Eylül'de, gerek 28 Şubat'ta Dinç Bilgin'in dediği doğrudur. İnisiyatif tamamen gazete patronlarının, yöneticilerinin elinden çıkar, bu şekilde bir darbe unsurlarına geçer. Bir bakarsınız herhangi bir karargahtaki küçük rütbeli bir asker, gazetelerin sansürüne memur edilmiş. Onlar da bu sansüre paşa paşa rıza gösterirler. Karşı çıkmamışlardır. 'Şanlı Türk Medya'sı her zaman postal yalamayı sevmiştir…"
Sayın Güzel'in açıklaması güzel ama, ne yalan söyleyeyim, yazımın başında sorduğum soruya büsbütün cevap vermiyor.
Çünkü kesintisiz 28 Şubat savunucusu Özdemir İnce, Oktay Ekşi, Ertuğrul Özkök gibi yazarları açıklamaya yetmiyor.
Kaynak: Yeni Şafak