Bir demokrasi düşünün, tek ayak üzerinde duran…

O da topal, yamuk ve çıbanlı… Uyduracak ayakkabısı olmayan…

Yürüme kabiliyetini kaybetmiş, ahmakça hamlelerle sıçrayarak ilerlemeye çalışan…

Demokrasinin üzerinde durduğu bu laiklik ayağı, iyi ayak değil ben size söylim.

            Bir yanıyla yorumlayanların diğer yanlarıyla ahmâk kabul edildiği dünyanın en ahlâksız demokrasisi ne yazık ki bu ülkede.

            Demokrasiyi bir din kabul edersek, bol kâfirli bir memleket Türkiye.

            Rejimi koruma refleksiyle demokrasi diye ıkınıp yırtınanların üzerinde durduğu bu tek ayak, diğer uzuvların da iş yapmasına ne yazık ki engel oluyor.

            “Bırak ulan bu ayakları” diyebilecek müminler yetiştiremediği için henüz, demokrasinin tüm kâfirleri birbirine ayak yapıyor. Ve memleketin dört bir yanı duble yollarla çevrilirken, laiklik kutsalı etrafındaki tartışmalarla demokrasi “ayak yoluna” dönüşüyor.

            Bir takım çevrelerin “yevmiddin” (din günü) kabul ettiği Cumhurbaşkanlığı seçimi, “Ben Müslüman”ım deyip de Ali’ye tapan toplulukların sapkınlığı gibi bir inanç serüvenine dönüştü. Demokratik düzene bağlığını ifade edip laikliğe kul olanların yeni dönem sloganı, Türkiye’deki laiklik anlayışını gerçek manasıyla şerh ediyor. “Demokrasi yoktur, illa laiklik”

            “Demokrasiye hamdolsun ben laikim”, demek yetmiyor.

            “Sözde değil, özde laik” olmak

            İşte size demokratik düzeni tek ayaküstünde tutanların “münâfık” tanımı.

            Bütün dinler zahire göre hükmederken, laikliğin öze ilişkin bu temel şartı demokrasiye olan inancı sarstığından kâfirlerin sayısını her geçen gün arttırıyor.

            Anayasal tanım gereği “laik, demokratik, sosyal hukuk devleti”nde laikliğe sözde, diğerlerine özde bağlı olmanın münafıklık; laikliğe özde, diğerlerine sözde bağlı olmanın kâfirlik olduğunu söylemek incitici bir yorum olabilir. Kimsenin incinmesini murat etmiyorum lâkin özde laiklik isteyenler kadar da komikleşmek ve beynimi çalkalayarak sulandırmak istemiyorum.

            Çocukluğumda, saçı 3 numaradan uzun adamlara komünist derdi büyüklerimiz. Ama yine o büyüklerimiz başındaki puşu dolayısıyla terörist diye gözaltına alınıp karakollarda jop yiyince ve ceplerindeki tütün tabakalarına silah gibi el konulunca bu önyargının bir yobazlık olduğunu anladılar.

            Patronu “sen de gel” dediği için mecbur kalıp ilk defa  camiye giden ve “Ben kulağına küpe takan erkekleri ....ne zannediyordum. İkindi namazında, uzun saçlı ve küpeli bir genç müezzinlik yaptı, ne güzel okudu” diyen, Bekri Mustafa’dan beş numara daha kötü olan komşumun, İstanbul’a okumak için gidip 6 ay sonra Barış Manço’dan daha uzun saçlarla dönen oğlunu, “....ne mi, değil mi?” kuşkusuyla bilirkişiye götürmekten vazgeçmesi, acaba hangi önyargıyı yıktı?

            Camideki genci görünce sokaktakine mi hürmet etmek, yoksa sokaktakini görünce camidekini mi dövmek?

Hangisi daha sağlıklı yaklaşımdır?

Örneğin 18 saat çalıştığı için cami duvarına rutubet gibi yapışmaktan şikâyetçi (Son günlerde greve gidecekler) olan bir cami imamı “Ben bunun cenaze namazını kıldırmam. Evet, Müslümanım diyordu ama ....ne idi” dese, ya da “bu adam, özde değil sözde Müslüman’dı” diyerek onun cenaze namazını kıldırmaktan imtina etse, özde laiklerin musalla taşındaki bekleyişi azap vermez mi?

Abdullah Gül ve AKP’nin Cumhurbaşkanlığı süreci içindeki bekleyişi hem onlara hem de diğerlerine azap vermeye başladı.

Laikliğin müminleri ve münafıkları birbirini çimdiklerken demokrasi adına sandık başına giden ahali, seçim lekeli sol işaret parmağını nereye sokacağını şaşırmış durumda.

Kimin gözüne soksun?

Cuntacı “demokrasi kâfiri laiklik mümini” siyasetçilerin mi, yoksa laikliğe “özde değil sözde bağlı” olan münafıkların mı?

Kuşkusuz; demokrasi, laiklik ve sair esaslar halkın değil, yönetici elitlerin hassasiyetleridir.

Demokrasi dediğinde size “işte bir ahmâk” diye aval aval bakan bir ahalinin ne sözle ne, özle işi olmuyor.

Avlanmaktan aciz yaşlı kedinin “Hacca gidiyorum, tövbe edeceğim. Sizden helallik istiyorum” diyerek kandırdığı fareleri bir salona hapsetmesi iyi bir hikâye. Kürsüden konuşan kurnaz ve yaşlı kedi, kapıların kapatılması için tam işaret verecekken kapı arasından sızan topal bir farenin “Bu bir tuzak… Hepinizi buraya kilitleyip stoklayacak ve yiyecek. Bu gözlerden hacı olmaz, kaçıııınn..” demesi gibi gerçek demokrasi müminlerinin göze bakarak sahtekarları teşhis etme zamanı gelmedi mi?

Halk, “başlarım sözüne de özüne de” demeden, tartışmalar son bulmalı.

Kâfiri bol bir demokrasi ülkesinde işin kötü tarafı, ne iyi bir komünist ne de iyi bir Müslüman yetişmiyor. Varsa yoksa laiklik…

Bana gelince;

Bana ne özden, sözden, öküzden.

Aylardır patronum maaşımı vermiyor.

Kiram birikti, havalar sıcak, sular kesik, Saadetçiler PC’mi çökertti.

Sol işaret parmağım hâlâ lekeli.

Kirasız, elektriği, suyu, otobüsü ve tramvayı beleş bir düzen istiyorum.

Adına ne derseniz deyin, ister komünizm ister totalitarizm.

Sözde değil, özde olsun!..

Ama münafığı ve kâfiri bol olan, laiklik denen tek ve topal bir ayak üzerinde tepinen bir demokrasi istemiyorum.

Aynı zamanda, demokratik ve sosyal bir hukuk da olsun…