Siyasette ve siyaset biliminde çok kullanılan "toplam-sıfır" (zero-sum) adlı bir kavram vardır. Bu kavram, taraflardan birinin kazancının, diğer tarafın kayıplarına eşit olması gerektiğini ifade eder. Bunun yanında, bazen siyasetçilerin biraz da iyimserlikle kullandıkları "kazan-kazan" (win-win) kavramına rastlanmaktadır ki; bu, nihai çözümden bütün ilgili tarafların yarar sağlayacakları anlamına gelmektedir.
 
 
 
Ancak, itiraf etmem gerekir ki; şu ana kadar siyasetin ne teorisinde ne pratiğinde "kaybet-kaybet" (lose-lose) kavramına rastladım. Kötü yönetildiği kuşkusuz olan son cumhurbaşkanlığı krizi, belki de bu anlamda literatüre geçecek bir örnektir.

AK Parti, Parlamento'daki diğer partilerle uzlaşma yollarını daha özenle arasaydı, büyük ihtimalle şu anda kendi mensuplarından birini cumhurbaşkanı seçtirmiş olacak, aylardır devam eden ve daha aylarca sürmesi muhtemel olan bir krizden ülkeyi koruyacak ve yaklaşan seçimlerde seçmen karşısına daha güçlü bir imajla çıkabilecekti. Anamuhalefet partisinin hırçın tavırlarının böyle bir uzlaşma ihtimalini azalttığı bir gerçekse de ülkenin yönetiminde daha büyük sorumluluk sahibi olan iktidar partisinin bu yolu denemesi, kendi uzlaşmacı imajını güçlendirmesi açısından da yararlı olabilirdi. CHP ile bu tür bir deneme başarıyla sonuçlanmasa bile, aynı yolun diğer muhalefet partileriyle denenmesi mümkündü. Bütün bu çabalar sonuç vermese dahi, iktidar partisi seçmen gözünde siyaseten daha haklı bir konum elde edebilirdi.

Krizden kırık not alanlar

Anamuhalefet partisinin krizde verdiği sınav da, hiçbir ölçüye göre parlak sayılamaz. CHP, uzlaşma yolunda ciddi ve samimi sinyaller verecek yerde, hırçın ve uzlaşmaz bir görüntüyle diyalog yollarını tıkamakta önemli rol oynamıştır. Bunun ötesinde, başlangıçta kendilerinin dahi pek inanmadığı mesnetsiz bir hukukî iddiayı Anayasa Mahkemesi'ne taşıyarak, anayasal sürecin kilitlenmesinde başlıca sorumluluğu üstlenmiştir. Daha da vahimi, CHP Genel Başkanı ve diğer sözcüleri, devlet kurumlarının tehlike karşısında harekete geçtikleri, başkomutan seçilirken askerîn kayıtsız kalamayacağı, silahlı kuvvetlerin cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda görüş bildirmesinin normal ve meşru olduğu, zaten krizi iktidar partisinin çıkarmış bulunduğu yolundaki beyanları ile, 27 Nisan Genelkurmay bildirisine, pek de örtülü sayılamayacak biçimde destek vermişlerdir. Bu tutum, CHP'nin demokratik ilkelere bağlılığı konusunda ciddi soru işaretleri uyandıracak niteliktedir. Nihayet, CHP'nin istemeyerek de olsa yolunu açtığı Anayasa değişikliği kesinleşirse, bundan sonra cumhurbaşkanı halkça seçilecektir. 1950'den bugüne kadar yapılan 14 milletvekili genel seçiminde kendilerini sol olarak vasıflandıran; fakat aslında solculukları çok tartışmalı olan partilerin ortalama toplam oy oranları yüzde 34,3, merkez-sağ ve sağ partilerin ortalama toplam oy oranları ise yüzde 63 olmuştur. 2002 seçimlerinde solun toplam oy oranı yüzde 28, sağın toplam oy oranı yüzde 68,1'dir. Kaldı ki, 1995, 1999 ve 2002 seçimlerinde sol partiler toplamına, HADEP ve DEHAP gibi aslında sağ-sol ekseni üzerinde değerlendirilmesi mümkün olmayan etnik partilerin de dahil edilmiş olduğu düşünülürse, solun toplam oylarının bu rakamın da altında olduğu görülür. Bu verilerin ışığı altında, görünür gelecekte bir sol adayın halkça cumhurbaşkanı seçilebilmesi ihtimal dışı görünmektedir. Bunu da, CHP'nin kendi ayağına kurşun sıkması olarak vasıflandırmak herhalde pek yanlış olmaz.

Krizden kırık notla çıkan partiler arasında Anavatan ve DYP de vardır. Ünlü 367 yorumuna ve siyasal bir sorunun mahkemeye taşınmasına karşı olduklarını liderlerinin ağzından defalarca açıklayan bu iki parti, Meclis oturumlarına katılmamak suretiyle, karşı oldukları yorumun geçerlik kazanmasına zemin hazırlamışlardır. DP/AP/ANAP/DYP çizgisinde ifade bulan merkez-sağın altmış yıldır savunduğu en önemli ilkeler, millî egemenlik, millî iradenin üstünlüğü, TBMM'nin üstün konumu ve seçilmişlerin atanmışlar karşısında önceliğidir. Bu ilkeleri göz ardı ederek, temel bir siyasal sorunun çözümünü yargı organına terk eden bir tutumu, merkez-sağ seçmen elbette değerlendirecektir.

Anayasa Mahkemesi ve TSK...

Krizden Anayasa Mahkemesi'nin de parlak bir notla çıktığı söylenemez. Daha önceki bir yazımda (Zaman, 3 Mayıs) belirttiğim gibi, Anayasa Mahkemesi'nin kararı, Anayasa'nın 96 ve 102'nci maddelerinin lâfzî, amaçsal ve tarihsel yorumuna aykırı olduğu gibi, 102'nci maddenin üçüncü fıkrasında yer alan ve seçimin üçüncü ve dördüncü turlarında cumhurbaşkanının üye tamsayısının salt çoğunluğu ile seçilebileceğini öngören hükmünü pratikte etkisiz kılması nedeniyle Anayasa Mahkemesi'nin kendisini anayasa koyucu yerine koyması anlamına gelmektedir. Üstelik bu karar, toplumun geniş kesimlerinde, Mahkeme'nin hukukî gerekçelerle değil, siyasî saiklerle karar vermiş olduğu izlenimini yaratabilecektir. Demokratik sistemimizin sağlıklı işlemesi açısından hayatî önem taşıyan Yüce Mahkeme'nin toplumsal saygınlığı ve güvenilirliğinin ve belki de bunun sonucu olarak uzun vadeli kurumsal menfaatlerinin zarar görmesi, bu gereksiz krizin en olumsuz sonuçlarından biri olabilir.

Nihayet, çeşitli tarihlerde yapılan bütün kamuoyu araştırmalarının, toplumun en çok güvendiği kurum olarak gösterdiği Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, 27 Nisan Genelkurmay bildirisi ile siyasal sürece açıkça müdahil olması, krizin üzüntü verici sonuçlarından bir başkasını oluşturmaktadır. Bu bildirinin özellikle Türkiye'nin yurtdışındaki demokratik imajına ve Türkiye-AB ilişkilerine gölge düşüreceği açıktır.

Görülüyor ki, cumhurbaşkanlığı krizi, kimsenin yarar sağlamadığı, aksine bütün siyasal aktörlerin şu veya bu ölçüde zarar gördüğü bir "kaybet-kaybet" tablosu ortaya çıkarmıştır. Saati geri çevirmek mümkün olmadığına göre, bundan sonra yapılabilecek şey, zararın asgari hadde indirilmesine (damage control) çalışmaktır. Bu yönde neler yapılabileceğini daha sonraki yazılarımda ele almayı ümit ediyorum.